Fesih ile Barış Sağlanacak mı? PKK, Devlet ve Kanla Yazılmış Bir Hafızanın Çatlakları
PKK, sadece bir örgütün değil, Türkiye’nin de değişen kaderinin hikâyesidir. Bu hikâye; silahla, kanla, ideolojiyle, kimi zaman inkârla, bastırmayla, zaman zaman da diyalogla yazıldı.
Bugün “fesih” ilan ediliyor. Peki bu gerçekten bir son mu? Yoksa yalnızca yeni bir başlangıcın sessiz kod adı mı?
PKK’nın PKK olmasının, yani yalnızca bir örgüt değil, tarihi bir fay hattına dönüşmesinin başlangıcı, 1978-79 yıllarına uzanır. O dönemde Dev-Yol’dan Dev-Sol’a, Tikko’dan MLKP’ye, Rizgari’ye, KKP-İÖ’ye kadar pek çok silahlı ya da silahsız sol örgüt vardı. İçlerinde söylem olarak PKK'dan daha radikal olanlar da mevcuttu.
Ama PKK’yı yalnızca 70’lerin ideolojik atmosferine bakarak anlamak mümkün değil. Kürt meselesi, 1990’lardan ibaret değildir; kökleri çok daha derindedir. Bu tarih, ta Abdülhamit dönemine, Hamidiye Alayları’na kadar uzanır. O yıllarda İngilizler, Osmanlı coğrafyasında Kürtleri sürekli kışkırtmış, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise 1925’te Şeyh Said İsyanı patlak vermiştir. Sıklıkla dini bir ayaklanma olarak sunulsa da bu isyan aynı zamanda etnik ve siyasi bir arka plana da sahiptir. Atatürk’ün Musul-Kerkük’ü almak için yürüttüğü diplomatik çabanın sekteye uğramasında bu isyanın etkisi büyüktür.
1937-38’de yaşanan Dersim İsyanı da benzer bir tarihsel kırılmadır. Tüm bu olaylar, Kürt meselesinin yüz yıllık bir tarihsel hafızaya sahip olduğunu gösterir. PKK, işte bu hafızanın yeni bir biçim almış hâlidir…
PKK’nın asıl doğuşu ise Diyarbakır cezaevlerinde gerçekleşti… 12 Eylül askeri darbesinin işkencehanelerinde, insan bedenlerinden militan kimlikler doğurtuldu. Bu kimlikler, o zindanlarda hem beslendi hem büyütüldü…
O yıllarda ve takip eden zamanlarda yükselen feryatlar sadece işkence gören tutukluların değil; faili meçhullerde hayatını kaybeden Kürt siyasetçilerin, iş insanlarının, köylülerin de çığlığıydı. Behçet Cantürk’ten Savaş Buldan’a, 1990’ların karanlık dehlizlerinde sayısız isim yitip gitti. Bir kısmı kaçırıldı, bir kısmı sokak ortasında infaz edildi; kimisinin cenazesi bile bulunamadı. Köyler yakıldı, boşaltıldı… İnsanlar topraklarından, evlerinden, tarlalarından koparıldı, köklerini terk etmek zorunda bırakıldı.
Devletin örgütle mücadelesi ilk günden bugüne aralıksız sürdü. Ancak bu mücadele yalnızca güvenlik alanında değil, ekonomik, hukuki ve toplumsal tüm yapılarda derin yaralar açtı. Yüz milyarlarca dolarlık kaynak toprağa aktı. Güneydoğu’ya yatırım gitmedi; sadece betona değil, adalete, demokrasiye, sosyal devlete dair her şey gecikti, ertelendi, susturuldu.
Çünkü PKK salt bir silahlı örgüt değildi. Aynı zamanda zorlamalarla, şantajla, kaçakçılıkla, bölgesel yatırımları engelleyerek toplumu rehin alan bir yapıydı. Hukukun işlemediği yere ticaret gitmezdi; güvenliğin olmadığı yerde yatırım da dururdu. Güneydoğu, küçükbaş hayvancılığın merkezidir ama uzun yıllar boyunca ne yaylalara ne meralara çıkılabildi, ne de toprağa dönülebildi.
Bu dönemde demografi zorla yerinden edildi. Diyarbakır, çevresindeki il ve ilçelerden yoğun göç aldı; kentin nüfusu bir anda patladı. Yerinden edilenlerin bir kısmı orada kaldı, bir kısmı ise İzmir’e, İstanbul’a, Ankara’ya göç etti. Kimi bilendi, kimi militanlaştı, kimi dağlara çıktı, kimi umudunu başka şehirlerde aradı. Zorla yer değiştiren bu kitleler, yalnızca coğrafi olarak değil, psikolojik ve politik olarak da savruldu.
Büyük şehirlerin kalabalıkları, yalnızca göçün değil; göç ettirilmişliğin sosyolojik bir izdüşümüdür. Bir halk kendini, toprağından, geçiminden, dilinden, güvenliğinden eksik hissettiğinde toplum huzursuzlaşır, taşkınlaşır. Güneydoğu’daki çatışma, yalnızca orayı değil, ülkenin tamamını dönüştürmüş, eksiltmiştir.
Bu, kanla ve gözyaşıyla yazılmış hazin bir hikâyedir; kardeşin kardeşe düşman edildiği, acının ve ihanetten beslenenlerin kalın harflerle yazdığı bir tarih.
Amerikan Tasarımı: Barışın Değil, Çıkarın Mühendisliği
ABD, 2003 yılında Irak’a doğrudan müdahale ettiğinde, aslında Türkiye üzerinden bölgeyi kontrol etme hayalini terk etmişti. Soğuk Savaş’ın stratejik kalesi olan İncirlik Üssü önemini yitirmişti.
Kimyasal silah bahanesiyle başlatılan bu işgal, yalnızca Saddam’a değil, bir halkın kaderine çökmekti. Irak-İran Savaşı’nın ve Kuveyt krizinin ardından gelen bu müdahalede yaklaşık bir milyon Iraklının hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Irak’ın kuzeyinde bir Kürt otonom yapısı kuruldu; Kandil ise bu süreçten beslenerek, sürecin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Sonrasında Amerikan askeri varlığı bu kez Suriye’ye kaydı. Kendileri tarafından yeşertilen DEAŞ gibi yapıların varlığı bölgeye kalıcı müdahalenin bahanesi haline geldi. Suriye’nin altı üstüne getirildi.
PKK’nın genç militan kadroları Suriye’de eğitildi, donatıldı ve herhalde bir 15 yıl kadar da onlarla geçti…
Bu dönemde militanların kuzey Irak’tan Türkiye sınırını kullanarak PYD’nin, Salih Müslim’in liderliğinde kuzey Suriye’ye geçtiği de biliniyor. Kuzey Suriye’de, YPG üzerinden kurulan yeni düzen, ABD'nin sahadaki “müttefiki” oldu. Ancak bu yapılanmanın PKK ile ideolojik ve kadrosal bağları, Türkiye'nin güvenlik endişelerini büyüttü.
Bugün PKK ile barış sürecinde atılan adımların önündeki en büyük engellerden biri Suriye sahasındaki belirsizliktir. Orada SDG’nin varlığı, HTŞ’nin varlığı ve hepsinin arkasındaki Amerika’nın varlığı, Amerika’nın bir yandan kuzey Suriye’deki otonom yapıyı, oradaki Kürt varlığını, SDG’yi desteklerken bir yandan da İsrail ile birlikte yürüttüğü politikalarla Colani ile HTŞ gibi yapıları bizzat yaratıp ortaya sürerek dolaylı denge politikaları izlemesi…
İsrail bu denklemde doğrudan bir biçimlendirici güçtü. Amerika’yla birlikte Suriye’den Başer Esad’ı gönderdiler. Kafasına göre bütün askeri tesisleri bombaladı. Kimse de çıkıp bir şey diyemedi. ABD de bu müdahaleleri onayladı; “zaten sahada işimi gören bir ortak var” diyerek sorumluluğu pasladı.
Trump döneminde devlet aklından ziyade bir tüccarın hesap defteriyle yönetilen süreçler öne çıktı, bölgenin kaderi bir stratejiden çok pazarlık nesnesine dönüştü. Bugün çekilecekti, kalacaktı diye konuşuladursun, bölgede kurulan otonom yapılar, eğitilen militanlar, kurulmuş üsler kalıcılığın izlerini taşıyor.
Ortadoğu hâlâ enerjinin kalbi. Güneş enerjisi, rüzgar türbinleri vs gibi çareler aransa da, petrolün yokluğunda mevcut enerji ihtiyacını karşılamak bugün için mümkün görünmüyor. Petrolden bağımsız bir dünya hâlâ ütopya. Bu nedenle dizayn edilen coğrafya, yalnızca güvenlik değil, enerji haritasının da yeniden çizimidir.
***
Amerika’nın Ukrayna’daki varlığı yalnızca Rusya’ya karşı bir cephe açmak değildi. Aynı zamanda Ukrayna topraklarındaki nadir elementlere erişim sağlayarak, Çin’in küresel üstünlüğüne karşı stratejik bir hamleydi. Ancak Çin’in dünya üzerindeki nadir elementlerin yaklaşık ’ını kontrol ettiği bir denklemde, bu çabanın kaderi baştan sınırlıydı.
Çin, yalnızca kaynaklarla değil; düşük iş gücü maliyetleri, dev üretim hacmi ve büyüyen pazarıyla ABD'nin adım adım önüne geçiyor. Amerika ise içeride hantallaşan devlet yapısıyla, yükselen işçi maliyetleriyle ve dış ticarette kaybettiği pazarlarla boğuşuyor. Gümrük duvarları yükseldikçe, kendi izolasyonunu derinleştiriyor.
Bu sırada Hindistan da ekonomik gücünü büyütüyor. Ama asıl dikkat çeken Çin’in izleyici gibi görünen, fakat çoktan oyunun parametrelerini belirleyen pozisyonu. Çin, bugünün sessiz gücü; geleceğin yüksek sesli patronu olma yolunda. Tıpkı bir zamanlar ABD’nin olduğu gibi.
Hatırlayalım: 1. Dünya Savaşı’na kadar Amerika bir izleyiciydi. Avrupa’nın krallıkları, imparatorlukları çökerken, ABD sahneye çıkmak için doğru zamanı bekledi. İkinci Dünya Savaşı’nın başında da henüz sahada yoktu; 1930’lar boyunca Avrupa’daki krallıkların ve imparatorlukların çöküşünü izlemekle yetindi. Ancak savaşın sonuna doğru sahaya indi, kritik cephelerde ağırlığını koydu, Almanya’nın teslimiyetini sağladı, Hitler faşizminin tabutuna çiviyi çaktı. Savaşın sonunda yalnızca galip değil, küresel düzenin yeni patronu olarak sahneye çıktı. Avrupa’yı kendi sistematiğiyle dizayn etti. Çin’in bugünkü duruşu da buna benziyor.
Ortadoğu yeniden şekilleniyor, küresel denklem değişiyor. Amerika hâlâ sahada, hâlâ dizayn peşinde. Ama Çin, gölgede. Sessiz. Planlayarak. İzleyerek. Muhtemelen geleceği şimdiden yazıyor.
Tarih bazen tekrar eder; ama her tekrar aynı sesle değil. Bugün Amerika'nın sesi kısılırken, Çin’in yankısı büyüyor.
Kaosun Jeopolitiği: Pakistan-Afganistan, Türkiye-Suriye
Dünyada bazı sınırlar yalnızca haritalarda çizilmez; ideolojilerle, inançlarla, tarihsel acılarla belirlenir. Pakistan-Hindistan hattı da böyle bir sınırdır. Yalnızca bir toprak kavgası değil; dinlerin, kimliklerin, güç arayışlarının birleşim yeridir. Nüfus çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in Hindistan’ın toprağı sayılması, bölgeyi yıllardır kan ve felç içinde tutuyor. Son krizlerde hava sahası kapatıldı, deniz trafiği aksadı, yalnızca politik değil ekonomik damarlar da tıkandı. Çünkü o bölge, dünyanın kalp ritmini etkileyen bir arter gibi.
Benzer bir damar Afganistan-Pakistan hattında da atıyordu. Afganistan’da Amerika, o toprakları Taliban’a bırakarak çekildi. Ama bu çekilme bir boşluk değil, planlı bir kaostu. Taliban ideolojisi, Pakistan’a taşındı ve bundan sonra gerilim hiç dinmedi.
Bugün benzer bir senaryo Türkiye-Suriye hattında yazılmak isteniyor. Bir zamanlar seküler bir lider olan Beşar Esad’a karşı başlatılan mücadelede, desteklenen unsurlar giderek daha radikal, daha mezhepçi, daha karanlık hale geldi. HTŞ, IŞİD, SDG… Suriye şimdi çok başlı, çok aktörlü, çok çatışmalı bir coğrafya… Amerika, burada da seküler bir rejimin yerine selefi ideolojiye göz kırpan yapıları tercih etti.
Çünkü istikrar, Batı için çoğu zaman tercih değil tehdittir. Mezhep savaşları, etnik kavgalar, parçalanmış coğrafyalar; tüm bunlar birer araçtır. Washington barışla değil, yönetilebilir kaosla beslenir. Herkesin kendi etnik, mezhebi fay hattına hapsolduğu bir bölge, küresel aktörler için çok daha kontrollü bir zemin sunar.
Bugün sahada barış kelimesi dolaşıyor. Ama bu barış kimin barışı? Kürtlerle Türklerin barışması gerektiği söyleniyor; çünkü sıradaki hedefin İran olduğu açıkça görülüyor. ABD, Ayetullah rejimini tasfiye etmek istiyor. Yemen’de Husiler, Kızıldeniz’deki stratejik geçitler, Şii hilali… Bütün planlar İran üzerine kurgulanmış durumda.
Şimdi hatırlamak gerekiyor: “Büyük Ortadoğu Projesi” 2000’lerin başında masaya sürüldü. O gün çizilen haritalar birer fantezi gibi görünüyordu. Bugünse sahada adım adım uygulanıyor. Irak çöktü, Suriye dağıldı. Sırada İran var. Peki sonra? Kime gelecek sıra?
Türkiye’nin bu oyunda hangi pozisyonda duracağı, yalnızca dış politika meselesi değildir. Bu, ulus devlet, üniter devlet yapısına tehdit meselesidir… Bu, Cumhuriyet'in varoluşsal sınavıdır.
Tüm bu jeopolitik denklemleri, güç mücadelelerini, vekalet savaşlarını ve sınır ötesi hesapları okumadan; bugün Türkiye’de Kürtlerle Türklerin barışını, PKK’nın feshi meselesini de ne anlayabiliriz, ne doğru teşhis koyabiliriz.
PKK FESİH NOKTASINA NASIL ULAŞTI?
PKK, yarım asra yaklaşan varlığının sonunda “kendini feshetme” noktasına gerçekten ulaştıysa, yani bu fesih açıklamalarının samimi olduğunu ve haikati yansıttığını varsayarsak bu gelişmenin, ne tek bir nedenin, ne de ani bir kararın sonucu olduğunu not etmek gerekir.
Öncelikle konjonktür değişmiştir. ABD, bölgeden çekilme eğiliminde.
Rusya, Ukrayna savaşının gölgesinde bir dönem sarsılmış görünse de,........
© Muhalif
