Beyin göçü savaşları veya zekânın büyük kaçışı: Türkiye neden tutamıyor?
Beyin göçü, daha doğrusu entelektüel insan göçebeliği… Aslında bir savaş. Sessiz ama derin izler bırakan…
21. yüzyıl, bize bilginin artık sadece öğrenilen bir şey olmadığını gösterdi. Bilgi artık güçlü bir araç, ülkelerin küresel güç mücadelesindeki en önemli silahı haline geldi. Ülkeler artık sınırlarıyla değil, bilgiyi elinde tutan insanlarıyla ve onların yarattığı değerlerle tanınıyor.
Kapitalizmin yeni sömürgeciliği; en parlak akılları, en iyi imkanları sunarak kendine çekiyor.
"Parlak beyinlerin dolaşımı" diyenler yanılıyor; bu, basit bir dolaşımdan çok, dönüşü olmayan bir gidiş… En azından bizim gibi ülkeler için.
1960'lardan itibaren dünyada entelektüel güç dengeleri yeniden şekillendi. Soğuk Savaş döneminde bilim insanları ve mühendislerin Doğu’dan Batı’ya göçü yaşanırken, 1990'lardan sonra bu hareketlilik çeşitlendi. Artık sadece mühendisler ve bilim insanları değil; sanatçılar, akademisyenler, doktorlar ve yaratıcı yetenekler de göç edenler arasına katıldı. Bu durum, bilgi ve kültür merkezlerinin yoğun bir biçimde Batı’da toplanmasına, göç veren ülkelerin ise entelektüel zenginliğini kaybetmesine neden oldu.
Bu durumda bu savaşın kaybedeni kim?
***
Bugün, ekranlar ve sosyal medya aracılığıyla "Memlekete dönün" çağrıları yapılıyor. Ancak gidenlerin çoğu dönmeyi düşünmüyor.
Neden?
Sorunun yanıtı, sadece para değil. Sadece kariyer imkanları da değil. Bir bütün olarak atmosfer… Yani fikrin, bilginin, emeğin değer gördüğü, özgürce şekillendiği bir ekosistem meselesi. "Bir kuş, neden kafeste kalmayı seçsin ki, eğer uçabiliyorsa?"
Beyin göçü, bireysel bir karar gibi görülse de aslında kolektif bir gerçekliktir. Gilles Deleuze'un dediği gibi, göçebelik sadece coğrafi bir hareket değildir, aynı zamanda entelektüel ve kültürel bir hareketliliktir. Göç eden her birey, yanında bir ülkenin hafızasını, potansiyelini ve geleceğini de götürüyor.
Asıl soru şu: Bunca insanı neden tutamıyoruz? Cevabı, sadece ekonomik faktörlerde aramak, meseleyi yüzeysel okumak olur. Bir ulusu ayakta tutan sadece maaşlar değil, bir fikrin yeşerebildiği, özgürlüğün nefes alabildiği topraklardır ve eğer bu topraklar nefes alamaz hale geldiyse, sadece gidenlere kızmak kolaycılıktır.
Belki de soruyu değiştirmeliyiz: Gidenler mi memleketine haksızlık ediyor, yoksa kalanlar mı fazla tahammülkâr?
***
21. yüzyılın başındayız. Bilgi artık paradan daha hızlı dolaşıyor. Üstelik sınır, pasaport, vize tanımadan. Bu hıza yetişemeyen ülkeler ise entelektüel güçlerini bir bir kaybediyor. Beyin göçü, aslında sessiz bir savaş. Kazananı belli… Kaybedeni ise hep yarını bekleyen, geleceğini sürekli erteleyen toplumlar…
Eskiden fabrikalarda beden gücü, tarlalarda alın teri değerliyken, şimdi yeni çağın sermayesi bilgi. Bilgi ise sahibinin peşinden dünyayı dolaşmakta kararlı.
Bu savaşta Türkiye neden kaybeden tarafta? Neden en parlak zihinler, diplomalarını valizlerine koyup, “o güzel atlara binip” gidiyorlar? Neden demirin tuncuna kalıyoruz…
Artık bavullarını toplayan sadece mühendisler ve beyaz yakalılar değil üstelik; şimdi onlara nitelikli mavi yakalılar da katılıyor… Fabrikalar, laboratuvarlar, atölyeler boşalıyor. Telafisi güç bir kayıp yaşanıyor.
Peki neden gidiyorlar? Basitçe: Geleceği göremiyorlar. Türkiye'deki ekonomik istikrarsızlık, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, yer yer inovasyonun önündeki engeller…
Çünkü zeki, yaratıcı ve yenilikçi bireyler için bir ülkede doğrudan hava kirliliği gibi hissedilen bir baskı varsa, beyin göçü kaçınılmaz oluyor. Çünkü bu çağda bilgi sadece özgürce dolaşmakla kalmıyor; değer gördüğü, rahat nefes alabildiği yerde yeşeriyor.
***
Cumhuriyet, Atatürk'ün liderliğinde sadece 15 yılda uçak fabrikaları, ağır sanayi tesisleri, demir-çelik fabrikaları, havagazı fabrikaları, mühimmat fabrikaları, şişe-cam fabrikaları, kağıt ve karton fabrikaları, demir ocakları, tersaneler, çimento fabrikaları, dokuma fabrikaları ve okullar, okullar, okullar kurmuştu. Osmanlı'dan devralınan topraklar yeniden hayat buluyordu; ülkenin dört bir yanında toprağın verimini artırmak için gereken her şey yapılmış, tarımın önü açılmıştı. Tarlalar havalandırıldı, kanallar açıldı, çiftçiler bilinçlendirildi. Cumhuriyet’in ilk yılları, adeta küllerinden doğan bir........
© Muhalif
