İBADETLERİMİZ NEDEN AHLAK ÜRETEMİYOR?
Günümüzde genellikle Müslümanların, dinî hayatlarını yaşarken ibadet konularında daha duyarlı ve dikkatli oldukları; ama ahlâkî konularda aynı duyarlılığı göstermedikleri müşahede ediliyor. Bu da ister istemez bazı kimselere, “Neden ibadetlerimiz, ahlak üretmiyor?” Kur’an ibadetlerin amacını “takva” olarak gösterdiği halde, neden bazı Müslümanlar, muttaki olamıyor, takvalı bir davranış sergileyemiyor? İbadetlerini eksiksiz yapmaya çalışan kimi Müslüman, neden ahlaklı bir Müslüman olmak için de gayret göstermiyor? Neden menfaat ve çıkar ilişkisini önceleyip, makam ve mevki hırsına kapılıp intikam, haset ve kıskançlık girdabında düşüyor? Sorularını sordurtuyor.
Dolayısıyla ne başörtüsü ne namaz ve ne de diğer ibadetler, haramları engelleyemiyor ve ahlak üretemiyor. Bu da İslâm’ı temsil etmede bir sorun oluşturuyor ve bu sorunlara da cevap aranması gerekiyor. Verilen cevaplar ise genellikle derinlikten ve bilimsellikten uzak yüzeysel kalıyor ve bu nedenle de bu konuda ciddî bilimsel araştırmaların yapılması icap ediyor. Bu görev de başta din sosyolojisi, din psikolojisi ve din eğitimi akademisyenleri olmak üzere bütün ilahiyat akademisyenlerine düşüyor. Bir tefsir akademisyeni olarak benim de bir bakış açım bulunuyor:
Günümüzde yaşanan Müslümanlığın ve İslâm anlayışımızın Kur’an’ın genel muhtevasına ve tenzil yöntemine uygun olmadığı ve buna bağlı olarak Müslümanların Kur’an’la örtüşmeyen bir zihniyet yapısına sahip olduğu görülüyor. Zira Mekke’de inen ayetlerdeki ana temanın iman ve ahlak, Medine’de inen ayetlerdeki ana temanın ise ibadet ve hukuk ağırlıklı olduğu ve buna bağlı bir din anlayışının geliştiği, dolayısıyla da İslâm’ın, Mekke’de iman ve ahlak; Medine’de ise iman ve ahlak ile birlikte ibadet ve hukuk üzerine inşa edildiği bilgisi ile günümüzde yaşanan Müslümanlığın tam uyuşmadığı anlaşılıyor.
Daha açık bir ifade ile iman ve ahlakın, her iki mekanda da İslâm’ın ana mihverini oluşturduğu ve ahlakın imanla irtibatlı olarak yaşandığı dikkate alındığında günümüz Müslümanlığının bu yaşanmışlıkla örtüşmediği görülüyor. Zira Hz. Peygamber’in getirdiği ve yaşayarak gösterdiği İslâm, ne sadece iman, ne sadece ibadet, ne sadece ahlak ve ne sadece hukuktan ibaretti; bilakis bunların tümünü içeren ve parçaları bir araya getiren bir bütünlüğe sahipti. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in yaşadığı İslâm, ne sadece bir fikir, ne sadece bir duygu, ne de sadece amelden ibaretti; bilakis fikir, duygu ve ameli kapsayan bir bütünü ifade ediyordu.
Ne var ki Kur’an’ın getirdiği ve Hz. Peygamber’in de yaşadığı bu İslâm’ın, daha sonraki dönemlerde bir takım dinî, siyasî ve kültürel sebeplerle parçalandığı ve her bir parça üzerinden İslâm algısının oluşturulmaya çalışıldığı ve İslâm’ı anlama ve tanımlamanın da buna göre yapıldığı görülüyor. Mesela “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” [1] hadisi, İslâm’ın şartları /şurûtu’l İslâm olarak anlaşıldı.
Oysa bu hadisten anlaşılması gereken anlam, “şeâiru’l İslâm/İslâm’ın simgeleri” olmalıydı. Zira bu beş şey, İslâm’ın, “ayırıcı özelliğini, nişanını, alâmetini” ifade ediyordu. Bir........
© Mir'at Haber
