Kendine doğru
"Serin karanlığıma bir çingene düşerdi
gökyüzünde birikirdi hazineleri kışın
dağların dağlarda birikirdi gölgeleri
ürkütülmüş gölgeler kapımda çoğaldıkça
yüreğime o tedirgin çocuklar da düşerdi
kar yürürdü gözlerime tüyden ayaklarıyla"
(İsmet Özel/Kaçış)
"Ey mü’minler! Siz öylesine kalpleri arı duru, herkesin iyiliğini isteyen kimselersiniz ki; o düşmanlarınızı bile severseniz ama onlar sizi sevmezler. Siz Allah’ın indirdiği kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman: “İman ettik!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman ise size olan kin ve düşmanlıkları yüzünden parmaklarını ısırırlar. Onlara, “Kininizden çatlayın!” de. Doğrusu Allah, sinelerde gizli tutulan bütün sırları bilir." (Âl-i İmrân, 119)
Ebu’d-Derdâ’dan (r.a.) nakledildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Davut Peygamber şöyle dua ederdi: Allah’ım, senden seni sevmeyi, seni seven kişiyi sevmeyi, senin sevgine ulaştıran ameli isterim. Allah’ım, senin sevgini bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî, Deavât, 72)
Pazartesi
Candan İleri
“Bizim pencereler yele garşıdır
Muhabbet dediğin karşı karşıdır”
“Ziyaret olmuşsun, kurban istersin
Kurban bulamadım candan ileri
İleri, candan ileri...”
Anadolu’nun rüzgârı bol coğrafyasında, rüzgâra bakan evler vardır. Rüzgârın yönüne değil, yüreğin yönüne kurulur bu evler. O evlerin pencereleri her zaman açık kalmaz; ama bir kez açıldığında, dışarıya sadece hava değil, bir ömrün hüznü, bir sevdanın yangını da sızar. Rüzgâra karşı açılan pencere, aslında kalbe açılan kapıdır.
Yukarıdaki dizeler, sadece bir halk şiirinin parçası değil. Onlar, bir hayat duruşunun, bir içsel direnişin, bir muhabbetin ruhunu taşır. “Bizim pencereler yele garşıdır” derken, sadece mimari bir ayrıntı verilmez; bu bir metafordur: Biz kolayına kaçmadık, hayatla yüzleşmeyi seçtik. Rüzgârı arkamıza almadık, ona göğüs gerdik. Bu dizeler, kadim bir Anadolu geleneğini, yürekle yaşamanın, direnmenin, sevmekten korkmamanın dilidir.
Hayat bazen bir rüzgâr gibi eser. Ne zaman nereden geldiği belli olmayan, sertliğiyle insanı savuran bir rüzgâr… Böyle zamanlarda çoğumuz kendimizi korumak için pencereleri kapatırız, perdeleri çekeriz, içimize döneriz. Ama bazı insanlar vardır ki, o rüzgâra rağmen penceresini açık tutar. Soğuk vurur, toz dolar içeri ama yine de kapatmaz. Çünkü bilir: Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, o pencereden içeri sızan bir çift göz, bir dost sesi, bir muhabbet nefesi her şeye değer.
Bu bir cesaret işidir. Kırılmayı, savrulmayı, incinmeyi göze alabilmektir. Rüzgâra karşı yaşamak; kolay hayatlara, sahte yakınlıklara sırt çevirip gerçekliği, samimiyeti, derinliği aramaktır. O yüzden bu dizelerdeki yürek, yüzünü esintiye değil, özüne dönmüştür.
“Muhabbet dediğin karşı karşıdır” diyor şair. Ne büyük bir hakikat… Günümüzün dijital çağında, herkesin birbiriyle “bağlı” olduğu ama kimsenin kimseyle “yakın” olmadığı bir zamanda, bu dize tokat gibi çarpıyor yüzümüze. Gerçek muhabbet, bir ekranın arkasından gelen kelimeler değildir. Muhabbet, aynı odada oturup birbirinin gözünden geçenleri okuyabilmektir. Sessizce oturup, aynı anda iç geçirmenin, susarak anlaşmanın adıdır muhabbet.
Yüzyıllar boyunca Anadolu'da “sohbet” denen şey, sadece konuşmak değil, birlikte bir hâl olmaktı. Çayla, ekmekle, duayla bölüşülen bir vakitti. Şimdi her şey hızla akıyor. Cümleler kısa, bağlar zayıf, yüz yüze gelmek neredeyse lüks… Ama hâlâ bir yerlerde, penceresini rüzgâra açmış insanlar var. Hâlâ muhabbetin kalpten kalbe aktığı sessiz dostluklar, aşklar, hatıralar var.
“Girebilsen bu sinemde neler var” diyen dize, içimizde gizlediğimiz koca dünyayı işaret ediyor. Her insan bir sır, her yürek bir hazine… Ama herkes görmüyor, herkes anlamıyor. Kalplerimizi görünmez perdelerle kapatmışız çoğu zaman. Güçlü görünmek, mutlu görünmek, normal görünmek adına içimizdeki fırtınaları bastırıyoruz. Oysa asıl mesele, birinin gelip o perdeyi nazikçe aralayabilmesi. Sorgulamadan, yargılamadan, sadece “orada mısın?” diye sorarak.
Ve dışarıdan........
© Milli Gazete
