menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir cümlenin açığa çıkardığı gerçek

16 0
09.09.2025

(Bir İtirafın Gölgesinde: Arap Baharı’ndan Libya’ya Batı Müdahaleciliğinin Çöküşü - Obama’nın stratejik “pişmanlığı” üzerinden 21. yüzyıl emperyalizminin teşhiri)

“Her dış politika sorunu aynı zamanda bir iç politika sorunudur.” Bu yalın ama derinlikli önermeyi anlamak, günümüz uluslararası ilişkiler düzenini çözümlemek için bir anahtar sunar. Devletlerin sınırları dışındaki hamlelerinin, iç siyasetteki meşruiyet arayışları, ekonomik zorluklar ya da ideolojik kimlik krizleriyle ne kadar iç içe olduğunu son yıllarda tekrar tekrar tecrübe ediyoruz. Rusya- Ukrayna Savaşı’nın doğrudan Avrupa iç siyasetinde yarattığı fay hatları, Çin’in Uzak Doğu’daki gerilimlerinin Amerikan seçimleriyle olan korelasyonu ya da İran’ın bölgesel ajandasının Tahran’daki otoriter yapıyı tahkim etmekteki işlevi; hep aynı hakikati teyit ediyor: Dış politika, iç politikanın uzatılmış bir yansımasıdır.

2016 yılında dönemin ABD Başkanı Barack Obama, Libya müdahalesine dair verdiği bir röportajda çarpıcı bir itirafta bulundu: “Başkanlığım döneminde yaptığım en büyük hata, Libya’da Kaddafi sonrası dönemi planlayamamaktı.” Diplomatik tarih açısından bakıldığında bu açıklama, yalnızca kişisel bir özeleştiriden ibaret değildi; aksine, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yürürlüğe konan Batılı müdahalecilik anlayışının çarpıcı bir çöküşünü belgeleyen nadir itiraflardan biriydi.

Bu itiraf, Arap Baharı olarak adlandırılan ve 2010’dan itibaren Kuzey Afrika ile Orta Doğu’yu kasıp kavuran halk hareketlerinin nihai kaderine dair daha geniş ve sistematik bir soruyu da gün yüzüne çıkardı: Gerçekten bir “bahar” mı yaşandı, yoksa bu hareketler yeni sömürgeci reflekslerin modern yüzüyle manipüle edilerek, halkların devrim umutları Batı’nın jeostratejik planlarına mı kurban edildi?

Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan Arap Baharı, kısa sürede birçok ülkede halk hareketlerine dönüşerek bir isyan dalgası yarattı. Yolsuzluk, yoksulluk, otoriter yönetimler ve özgürlük talepleri, sokaktaki insanı meşru bir şekilde harekete geçirmişti. Ancak bu devrimlerin temel bir zaafı vardı: Ortak bir siyasal tahayyülden, örgütsel koordinasyondan ve sonrası için yapılandırılmış bir programdan yoksundular.

Bu nedenle birçok siyasal gözlemci gibi Akif Emre de Arap Baharı’nı bir “apolitik devrim” olarak nitelendirdi. Gerçekten de gösterilerde protesto edilen rejimler belliydi, fakat onların yerini neyin alacağı belirsizdi. Bu boşluk, Batılı güçlerin “liberal müdahalecilik” söylemiyle sahneye çıkmasını kolaylaştırdı.

Libya, Arap Baharı’nın Batı müdahaleciliğiyle kesiştiği en kritik örneklerden biriydi. Muammer Kaddafi’nin NATO destekli bir askeri operasyonla devrilmesi, Fransa ve İngiltere öncülüğünde yürütülen ve “insani müdahale” olarak sunulan bir dış politika pratiğinin ürünüydü. ABD, bu süreçte sahaya doğrudan inmek yerine, “arkadan liderlik” stratejisini izledi.

Ancak bu müdahale kısa sürede şu çelişkiyi gözler önüne serdi: Kaddafi rejimi yıkılmış ama Libya’nın geleceğine dair hiçbir plan yapılmamıştı. Ortaya çıkan kaos ortamında savaş ağaları, milis gruplar ve bölgesel aktörler arasında süregiden bir iç savaşa kapı aralanmıştı. Obama’nın yıllar sonra dile getirdiği “pişmanlık” da tam bu stratejik........

© Milli Gazete