Şikâyetten fazlası…
Bir sessizlik sarmalının içinde yaşıyoruz. Herkes konuşuyor olsa da aslında kimse kimseyi duymuyor. Sessizlik paradoksunun içindeyiz. Kuru bir gürültüden başka bir şey değil dünyaya bıraktığımız. Hani Şair “Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ” bırakmaktan bahsediyordu ya, şimdi bizden kalan bir sadâ bile değil fikrimce. Kuru gürültüden ibaret bir şikâyet türküsü! Bu yazım dahi bir şikâyetten başka ne ki?
Bir çığlığın eşiğinde donakalmışçasına şehirlerin uğultusu altında eziliyor vicdanlarımız. Çevremizde fırtınalar kopuyor, zulmün ayak sesleri sokağımızda dolaşırken biz pencere önünde oturmuş, sadece seyrediyoruz olanları. Seyretmek! Ne hazin bir eylemsizlik... Görmekle bakmak arasına sıkışmış, içimizi kemiren bir suskunluk... Suskunluğumuzu gizlemek için de homurdanırcasına şikâyet hakkımızı kullanarak rahatlamaya çalışıyoruz.
Modern insanın ustalıkla icra ettiği eylem: şikâyet etmek! Şikâyet, içi boş bir kabuk; ağacın kurumuş bir dalı gibi, gövdeye hiçbir katkısı olmayan bir tortu... Şikâyet eden dil, kök olmaktan vazgeçmiş demektir. O sadece toprağı suçlar, güneşi sorgular, yağmura küsüp gökyüzünü karalar. Oysa kök salmak, susmayı değil, mücadeleyi gerektirir.
Her gün elimizde birer taşla dolaşıyoruz. Ama bu taşları birbirimize duvar örmek için kullanıyoruz, yol yapmak için değil. Her şikâyet bir taştır; ya önüne duvar örersin, ya da o taşla adım atarsın. Biz aramızdaki duvarları büyütüyoruz. Ardına saklanıyoruz, korkularımızı gölgeliyoruz, bahanelerimizi besliyoruz. Bunu da sessizliğimizle süslediğimiz altın kafesimiz olan konfor alanımızı korumak için yapıyoruz. Bana dokunmayan bin yıl yaşasın dercesine sessizlik ve şikâyet libasının altına gizlenerek yapıyoruz.
Konfor alanı dedikleri........
© Milat
