menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bürokratik labirentlerin efendileri

43 0
07.07.2025

"Güç insanı ortaya çıkarır." Bu söz, sadece bir felsefi önerme değil, aynı zamanda siyasetin ve diplomasinin en derin gerçeğini fısıldayan bir anahtardır. Söz seyyahı Robert Caro'nun 1974 yılında yayınlanan monumental biyografisi "Güç Simsarı" ("The Power Broker"), New York'un kaderini, seçilmiş hiçbir yetkilinin başaramadığı ölçüde şekillendiren Robert Moses'ın hikayesini anlatır. Moses, bürokratik mekanizmalara, yasal boşluklara ve ittifak kurma sanatına öylesine hakimdi ki, gerçek gücün çoğu zaman resmi unvanlardan ziyade, sistemlerin derinliklerini anlayan ve onları kendi lehine çevirebilen seçilmemiş aktörlerde yattığını gözler önüne serdi. Peki, bu New York'tan yükselen ders, binlerce kilometre ötedeki Türkiye'ye, Orta Doğu'nun çalkantılı coğrafyasına ve hatta küresel diplomasi sahnesine nasıl bir ışık tutar? Gelin, gücün bu görünmez yüzünü, coğrafyalar ve zamanlar ötesi bir mercekle inceleyelim.

Gölge planlamacısı Robert Moses'ın yükselişi, adeta bir ders kitabı niteliğindedir. O, sivil hizmet reformu için idealist bir genç olarak yola çıktı, ancak kısa sürede teorinin siyasi arenada pek işe yaramadığını anladı. Moses, sorunları sadece dile getirmekle kalmıyor, aynı zamanda gecede yasa taslakları, konuşmalar ve basın bültenleriyle birlikte titizlikle detaylandırılmış çözümler sunuyordu. Bu "işleri halletme" yeteneği, onu valiler ve belediye başkanları için vazgeçilmez kıldı. Hukuk ve mühendislik alanındaki derin bilgisi, ona "New York Albany'deki en iyi yasa taslağı hazırlayıcısı" unvanını kazandırdı. Moses'ın dehası, "yarı özerk kamu otoriteleri" kurmasında ve kontrol etmesinde yatıyordu. Triborough Köprüsü Otoritesi gibi bu kuruluşlar, dışarıdan çok az denetimle milyonlarca dolarlık geliri kontrol ediyor, doğrudan tahvil çıkarabiliyor ve adeta bir "dördüncü hükümet kolu" gibi işliyordu. Bu finansal bağımsızlık, onu siyasi döngülerin ve bütçe kısıtlamalarının ötesine taşıdı. Moses, yasalardaki belirsizlikleri kendi lehine çevirmekte de ustaydı; arazi edinimini kolaylaştırmak için yasal jargonları "sinsice araya sokuyor", hatta bazen "yasal ve etik sınırları zorlayan" yöntemler kullanmasına rağmen, güçlü kamu desteği sayesinde bedel ödemekten kaçınıyordu. Siyasi kaldıraç olarak istifa tehdidini kullanması, onun vazgeçilmezliğini pekiştirdi. Bankalar, sendikalar, müteahhitler, medya ve hatta dini kurumlar gibi güçlü grupların çıkarlarını kendi vizyonuyla hizalaması, onun ittifak kurma dehasını gösteriyordu. Jones Beach devlet plajında gösterişli etkinlikler düzenleyerek, misafirperverliği doğrudan rüşvetten daha etkili bir "güçlü siyasi silah"a dönüştürdü. Moses, kendisini büyük ölçekli kamu işlerini yürütebilecek tek kişi olarak konumlandırdı ve bu da onu seçilmiş yetkililerin büyük ölçüde güvendiği vazgeçilmez bir figür haline getirdi.

Peki, bu New York'taki "güç simsarı"nın gölgesi, Türkiye'nin siyasi sahnesine nasıl düşer? Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan köklü bürokratik gelenek, Türk bürokratlarını toplumda yol gösterici bir elit olarak konumlandırmıştır. Bu "tepeden inme" modernleşme anlayışı, bürokratik elitlerin kendilerini ilerlemenin tek temsilcisi olarak görmesine yol açmış, tıpkı Moses'ın "sıradan vatandaşların kendileri için neyin iyi olduğunu bilmediği" inancına benzer bir paternalizmi beslemiştir. Çok partili hayata geçişle birlikte, Kemalist ideolojiden derinden etkilenen askeri bürokrasi, kendini "rejimi koruma misyonu" ile görevlendirmiş ve 1960 askeri darbesiyle başlayan bir "vesayet rejimi" kurmuştur. Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) gibi kurumlar, bu bürokratik iktidarın değişmemesini sağlamak üzere tasarlanmış "bürokratik sigortalar" olarak işlev görmüştür. 28 Şubat süreci gibi "postmodern darbeler", askeri ve medya elitlerinin iş birliği yaparak sivil hükümet üzerinde baskı kurduğunu ve istifaya zorladığını göstermiştir. Bu, Moses'ın bireysel gücünden farklı olarak, kolektif, ideolojik güdülü bir bürokratik elitin nasıl bir "derin devlet" kurabildiğinin çarpıcı bir örneğidir.

Sivil bürokrasi de özellikle teknik ve uzmanlık gerektiren alanlarda, bilgi ve uzmanlık tekeliyle siyasetçiler üzerinde önemli bir avantaj sağlamıştır. Bürokratların devamlı ve istikrarlı statüleri, siyasi iktidarlar değişse bile hizmetlerin aksamadan yürütülmesini sağlayarak, onları siyasetçilere göre daha avantajlı bir konuma getirmiştir. "İmar affı" gibi tekrarlayan yasal araçlar, yasa dışı yapıları yasallaştırarak kontrolsüz şehirleşmeye yol açmış, rant arayışını teşvik etmiş ve mevcut şehir planlarını fiilen geçersiz kılmıştır. Olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleri (OHAL KHK'ları), özellikle 2016 darbe girişiminin ardından, kamu görevlilerinin görevden uzaklaştırılması gibi geniş kapsamlı uygulamaların hayata geçirilmesi ve bazı demokratik hak ve özgürlüklerin düzenlenmesi amacıyla çıkarılmıştır. Bu kararnameler, Anayasa Mahkemesi'nin yargı denetiminden büyük ölçüde muaf tutulmuştur. Bu durum, ulusal acil durum koşullarında yürütme organının yasama ve yargı denetimiyle ilişkisinin nasıl bir seyir izleyebileceğine dair önemli bir örnek teşkil etmiştir. Söz konusu uygulamaların, demokrasinin temel prensipleriyle uyumu konusunda farklı görüşler dile getirilmiştir. Sizce bu durum, demokrasinin temel prensipleriyle çelişmiyor mu?

Bu tür yasal boşluklar ve rant arayışları, ne yazık ki sadece imar affıyla sınırlı kalmıyor. Temmuz 2025'te Türkiye'yi kasıp kavuran orman yangınları gibi doğal afetler........

© Milat