YÖK'ten K-akademiye üniversitelerimiz
“YÖK’ten K-akademi’ye”, copla başlayan, Makale Fabrikasıyla biten uzun ve acı bir hikâye… Efendim, bizim kuşağımız YÖK’ün ilk kurbanı, daha doğrusu ilk deney faresiydi; laboratuvara sokulur sokulmaz gaz verilmiş, çıkarken de diploma gazı yutmuşuzdur. “Bilimsel koordinasyon kurulu” diye doğan bu kurum, daha bebekken, emeklerken “Bekçi Murtaza”ya dönüşmüş, kapıda copla selam durmaya başlamıştı. Biz de “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye ayaklanınca, polis copuyla “Susun lan, turşu da yersiniz” cevabını suratımıza yapıştırmıştı.
O coplar öyle böyle değil; bir vuruşta “bilimsel özgürlük” diye bağıran gırtlakları susturur, ertesi gün de “devamsızlık” diye fişlerdi. O yıllarda üniversite kapılarında cop yemek, gaz yemek, gözaltına alınmak sıradan bir “akademik etkinlik” sayılırdı. Sabah dershaneye gider gibi protestoya giderdik, akşam da karakoldan çıkardık. Arada bir gaz bombası patlar, biz de “kimyasal deney” diye not alırdık. Ne başkanlar geldi o koltuğa, ne başkan kılıklı kazmalar çöreklendi. Hiç unutmam, bir YÖK başkanı çıkıp “Atatürkçü olmayan adam bile olamaz” diye bilimsel bir fetva buyurmuştu. Gazetede haberin hemen üstünde, tesadüf mü yoksa mizanpajcının ince hicvi mi, bildiğiniz eşek resmi basılmıştı. Okurken kahkaha attık, ama cop yiyince gülüşümüz yarım kaldı; çünkü ertesi gün aynı gazete “öğrenci olayları” diye manşet atıyordu.
YÖK, ÜNİVERSİTE’DE BİLİMİ YASAKLAMIŞTI
Joplara, dayaklara, yokluklara rağmen o yıllar keyifliydi efendim; çünkü en azından sopa gerçekti, diplomalar sahte değildi. Öğrenciydik, idealisttik, “Bilim özgür olmalı” diye bağırıyorduk. Polis de “Özgürlük bu copta” diye cevap veriyordu. Kütüphaneler açıktı, kitaplar yasak değildi, hocalar korkudan susmuyordu. Bir dindar hocamız “Bu YÖK bilimi öldürecek” derdi; biz de “Ölürse ölür, ama copla değil” diye gülerdik.
Rahmetli Turgut Özal, YÖK’ü “koordinatör” diye dizginlemeye çalıştı. “Bilimsel sınırlar içinde kalsın” dedi, toplantılar yaptı, ama ömrü vefa etmedi. Ardından 28 Şubat faşist rüzgârı esti; coplar havada uçuştu, başörtüsü yasaklandı, üniversiteler kışlaya döndü. Hocalar fişlendi, öğrenciler bölündü, bilim “sakıncalı” ilan edildi.
Derken Erdoğan geldi, “YÖK’ü bilimsel sınırlara çekelim” dedi. Çekti de. Kanunlar değişti, mülakatlar geldi, özgürlükler genişledi. Ama ne mümkün! “Alışmamış mabatta don durmaz” misali, YÖK bir müddet sonra yine “YOK” olup “YÖK’lük”te demir attı. Koordinatörlük yaptı mı? Yapmadı. Bilimsel kurul oldu mu? Olmadı. “Bekçi Murtaza” olarak kaldı; ama bu sefer copu eline değil, makale sayacına aldı. Üniversitelerimiz de bu süreçte gün geçtikçe kalitesini, prestijini, uluslararası itibarını yitirdi. Eskiden Harvard, Oxford duyunca “Vay be” derdik; şimdi Türk üniversiteleri duyunca onlar “Vay be, ne hale gelmiş” diyor. Bilimsel yayın sıralamalarında dipteyiz, ama doçent-profesör sayısında zirvedeyiz. Başkanlar koordinatörlük yapmadı; yapamadı. Çünkü koordinatörlük bilim ister, vizyon ister, alın teri ister. Onlarsa teri mendille siler, alınla selfie çeker, sosyal medyada “Bilim şöleni” diye paylaşır. Bilim mi? O da torbaya girsin.
DOÇENTLİK MÜLAKATI: BİLİMSEL NAMUSUN MEZARI, MAKALE ÇİFTLİĞİNİN DOĞUŞU
Bu savrulma öyle bir boyuta ulaştı ki, kendi alanında otorite olmanın ilk basamağı olan doçentlik, bilimsel........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein