Doğu’da Eylül Yaprakları Hep Kanar
Eylül, İstanbul’un göğüne gri bir tül perde serer. Bulutlar ağır, sanki bir gözyaşı damlası düşse toprağı delip geçecek. Kampüsün çınar ağaçları, rüzgârın hırçın nefesiyle savruluyor; yapraklar yere düşerken bir Karacaoğlan türküsü gibi inliyor, hüzünlü, kırık, kadim.
Genç adam, üniversitenin üçüncü senesinde, o taş bankta oturuyor. Elinde bir kitap, ama gözleri satırlarda değil, uzaklarda, Melek’te. Melek… Adı gibi, gökyüzünden inmiş bir nur, bir bahar, bir erişilmez hayal. Sezai Karakoç’un Muazzez Akkaya’ya yazdığı “Mona Roza”daki gibi bir sevda bu; “Mona Roza, siyah güller, ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak” mısralarıyla başlayan o yakıcı, söylenmemiş aşk. Fuzuli’nin gazellerinde yanan ateş, Erzurumlu Emrah’ın sinesini dağlayan sevda, Karacaoğlan’ın sazına vuran yârin hasreti bile bu hüznün yanında sönük kalır. Melek, onun üniversiteden arkadaşı, ama o kadar uzak ki… Bir gülüşüyle dünyayı aydınlatır, bir bakışıyla kalbi zincire vurur. Ama bilmez. Bilmesi imkânsız. Çünkü bu, doğunun sessiz, imkânsız aşkı. Söylenmez, sadece içte yanar, yakar, kül eder. Melek de bilmez ki, kendi yüreğinde genç adama karşı bir sevda filizlenmiş. O da ürkek, o da sessiz. Kütüphanede, genç adamın masanın öbür ucunda kitaba daldığını görürken, kalbi bir kuş gibi çırpınır. Onun ciddi bakışları, sessiz duruşu, Melek’in içini ısıtır. Ama söyleyemez. Doğunun kızları, aşkı yüreklerinde saklar.
Melek, genç adamın yanından geçerken, bir “Merhaba” ile yetinir, ama o kelime, onun da içinde bir bahar açar. Gözlerini kaçırır, çünkü bakışları ele verecek. Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı gibi, “Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul” mısraı, Melek’in de ruhunda yankılanır. O da sever, ama bu sevda, iki yürekte ayrı ayrı, söylenmeden yanar. Genç adam, kampüsün bahçesinde, çınar yapraklarının hışırtısına kulak kabartırken, göğsünde bir sızı. Melek’i en son ne zaman görmüştü? Geçen hafta, kütüphanede. O, masanın bir ucunda, gözlüğünün üstünden kitaba dalmış, saçları sonbahar yaprağı gibi kızıl, bir an başını kaldırıp gülümsemişti. “Merhaba,” demişti. O kelime, genç adamın yüreğinde bir bahar açmıştı. Dünya durmuş, rüzgâr susmuş, zaman donmuştu. Melek bilmiyordu, ama genç adam da bilmiyordu ki, o gülüş, Melek’in de yüreğinde bir yara. Karacaoğlan’ın “Bir güzel sevdim de el aldı yârim” dizeleri, ikisi için de yazılmış gibi. Melek, genç adamın yâriydi, ama ikisi de bunu söyleyememişti. Tıpkı şairin sevgilisine söyleyemediği gibi, “Kalbim, bir yıldız kuyusu, sende battı.”
Melek, o gün kütüphaneden çıkarken, genç adamın masada bıraktığı bir kalemi fark etmişti. Elbette geri verecekti, ama o kalem, sanki genç adamın bir parçasıydı. Çantasına koyarken, parmakları titremişti. “Bir gün,” diye düşünmüştü, “bir gün belki…” Ama o gün gelmedi. Melek’in ürkek sevdası, yüreğinde bir sır olarak kaldı, tıpkı Muazzez Akkaya’nın Karakoç’un yüreğinde bir sır kalması gibi. Genç adamın bakışları, Melek’in uykularını kaçırıyordu. Kantinde, onun kahkahasını duyduğunda, Melek’in kalbi bir başka atardı. Ama o da suskundu. Aşk, doğuda böyle yaşanır: Söylenmez, sadece hissedilir. Eylülün bu hüzünlü gününde, genç adam bankta otururken, rüzgâr bir haber getirdi. Bir dostu, nefes nefese, yüzünde tuhaf bir kederle yaklaştı. “Duydun mu?” dedi. Genç adamın kalbi, daha söz tamamlanmadan titredi.........
© Milat
