menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sait Mürsel Çeşitcioğlu yazdı: “Yaşayan bir ölü”ye cevap hakkı vermek

14 1
26.05.2025

İnsanların hayatlarına müdahale eden rejimlere otoriter denilir. Ölülerin hayatlarına karışabilmiş düzenlere ne isim verildiğini bilmiyoruz. Türkiye’nin bir asırlık tarihi dirilerin hayatları kadar ölülerin de hikâyesi. Çünkü insanlar ölmekle susmaz, otoriter devletler de susmayan ölüyü unutmaz.

Bazen bir mezar taşı, ölünün dilidir. İşte bu yazı, mezarı bile bilinmeyen ama fikirleri yaşayan bir ölünün pek hak etmediği ithamlara dair itirazdır: Said Nursi. (Mezar yerini bilen bir avukat olarak bu yazıyı yazma hakkını kendimde görüyorum. Bu imkanı tanıdığı için Medyascope’a teşekkürler.)

Tartışma şöyle başladı: İslami hareketleri öteden beri iyi bilen Ruşen Çakır, geçtiğimiz günlerdeki bir yayınında Nursi’nin hayatını kıymetli bulduğunu yineledi. Medyascope‘ta Doğan Göçmen de buna mukabil “Said Nursi, düşünce özgürlüğü ve sol” başlıklı yazısıyla çeşitli noktalarda itiraz etti. Ancak bu itirazların hakikatle ilişkisi çok zayıf.

Nursi’nin şahsi hayatındaki hataları ve zaafları bu yazının konusu değil. Mesela bir dindar, Nursi’nin sakal bırakmamasını ya da bir dönem sigara içmiş olmasını tutarsız ve hatalı görebilir, olağandır. Ancak Nursi’nin toplam hikayesi hafife alınmayacak büyüklükte.

Nursi’den geriye iki şey kaldı. Bunlardan ilki, yaklaşık altmış dile çevrilmiş bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı. Diğeri, vefatında Urfa Tereke Hakimliği’nin 1960/1 esas sayılı dosyasına göre şunlar: Bir çift lastik ayakkabı ile tamamı bir sepet içine sığmış olarak sefer tası, bardak, kırık gözlük, iki adet kalem, çaydanlık vs. gibi kişisel eşyalar. Eserleriyle dini bir nüfuz sahibi olabilmiş Nursi’nin mülkiyetle kurduğu ilişki bundan ibaret. Türkiye gibi cemaat-ticaret birlikteliğine aşina olan bir ülkede, bu mirasın kıymetini anlaması gereken önyargısız solcular olabilir(di).

Sayın Göçmen tam da burada yanılıyor. Çünkü Nursi sui generis (kendine özgü) bir örnek. Hem Rus işgaline karşı at sırtında mücadele edip esir düşmüş hem de İngiliz işgalinin aleyhinde fetva yayınlamıştı. Milli Mücadele’ye katkıları vesilesiyle 1922’de Ankara’ya davet edilmişti. TBMM oturumunda kendisine karşılama merasimi yapılmış ve vekillere hitap etmiş biriydi (TBMM Zabıt Cerîdesi, 9.11.1338/1922, s.439). Tıpkı 1908’de meşrutiyet ve hatta cumhuriyet taraftarı alimlerden olduğu gibi, yeni cumhuriyetin de elitlerinden olabilirdi. Dolayısıyla hem II. Abdülhamid hem de Mustafa Kemal döneminde şahsiyetli bir muhalif figür olarak kalabilmek başlı başına kıymetlidir. Üstelik münzevi bir sofu gibi değil, 27 sene cezaevlerinde ve sürgünlerde ülkenin yazılı kültürüne kitaplarla katkı sunarak yaptı bunu. Şerif Mardin’in yıllar evvel akademik bedel ödemeyi göze alarak lakayd kalamadığı gerçek bu. Oxford Üniversitesi yayınevinin, Nursi’yi ele alan prestijli kitaplar basmasının bir sebebi de bu. Çünkü genç cumhuriyetin tek parti döneminde, Nursi’den başka İslami hareketi ayakta tutan ikinci bir gerçek örnek yok. Bunun ne anlama geldiğini, İnönü Cumhuriyet gazetesinin 8 Haziran 1966 tarihli manşetinde yer alan beyanatıyla itiraf etmiş ve CHP’nin çok partili hayatta süregiden başarısızlığının sebebini şu sözlerle ortaya koymuştu: “Nurcuların tesiri büyük olmuştur.”

Nitekim bu mirası anlamaya çalışan sol siyasi örneklerden biri, cenazesiyle konuşan Sırrı Süreyya Önder’di. Adıyaman’ın en meşhur Nurcu ailesinin kızı olan Zeliha Hanım, Adıyaman’ın sosyalist bir ailesine gelin........

© Medyascope