menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kenan Çamurcu yazdı | Trucktatus 1: Geleneksel felsefenin monologundan kültürlerarası felsefenin poliloguna

17 6
12.01.2025

Üst başlıktaki “trucktatus”ta yazım hatası yok. Spinoza ve Wittgenstein’ın eserleriyle meşhur, Latince “inceleme” (Arapça ve Türkçe’deki “tahkik”) anlamına gelen “tractatus”un bu satırların yazarının dramasına uygun söylenmiş şekli. Hizipleşmenin yeni normal olduğu memlekette kırk küsur yıllık tecrübeme, vasıflarıma ve eğitimime göre iş bulamayınca maişet için şoförlük yapmaya başladım. Bu durumda istesem de bağı koparamayacağım düşünce faaliyeti mecburen “şoför mahallinde felsefe” oluyor. Belki bir gün yazdıklarımı bu başlık altında kitaplaştırabilirim. Felsefe incelemelerimi “trucktatus” üst başlığı altında yayınlayacağım kısmet olursa.

Birincisiyle başlayalım öyleyse.

Gürcü filozof Shalva Nutsubitze (1888-1969), Kudüs ve Atina sentezinden başarılı felsefi argümanlar üretmiş Gelati Okulu’na mensup düşünürlerin, kültürlerarası felsefenin, düşünce geleneklerinin kesiştiği yerde mümkün olabileceğini vurguladığını aktarıyor. Onlara göre Batılı filozoflar, nadiren Batı dışı felsefelerle ilgilenmeleri nedeniyle çağdaş sınama ve meydan okumalara yeterli tepkiyi veremiyorlar. Zaten felsefenin Batı düşüncesinin ürünü olduğuna ilişkin varsayımın kolonyal düşünce mirasından geldiği de basit gerçek. Bu nedenle Batı düşüncesine “felsefe” diyorlar ve Batı dışındaki düşünceye ise “hikmet/bilgelik” adını vererek onu felsefenin dışında tutuyorlar. (Iremadze ve Reinhold, 141-142).

Husserl’den itibaren Aydınlanma eleştirisiyle yola çıkan düşünce geleneğinin Avrupa’nın krizi olarak adlandırdığı şey, aslında özne odaklı ve monologa yatkın eski felsefenin kültürel farklılıklara ve düşünce geleneklerine kapalı yapısının kaçınılmaz sonucuydu. Husserl ve halefleri bu krizi Avrupa’nın iç dinamiklerine bağlasa da gerçekte sorun, kültürlerarası felsefeye ve poliloga alışkın olmayan düşüncenin çıkmaza girmesidir.

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken kimi felsefeciler, hızla yükselen bilimsel disiplinler karşısında kendi alanlarının yeniden tanımlanması ve yapılandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu çabanın öncüsü fenomenoloji ekolüdür. Aslında matematikçi olan Husserl, hayatın sayısallaştırılmasına sert biçimde itiraz etmişti. Avrupa’da felsefe dünyasında yaşanan kriz, toplumsal çalkantılar ve doğa bilimlerinin önemli ilerlemeler gerçekleştirip felsefeden kopması bir tür kimlik krizine yol açmıştı. (Güzeldere 2019).

20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın politik ve toplumsal dalgalanmalar yaşanmasına ilaveten felsefi olarak da çıkmaza girdiğini ilan eden düşünür Alman filozof Edmund Husserl (1859-1938) oldu. Düşünce sistemini Aydınlanma eleştirisi üzerine kuran Husserl, 1935’deki Viyana derslerinde Avrupa uluslarının hasta olduğunu ve Avrupa’nın krizden geçtiğini söyledi. (Husserl, 270).

Kriz, esas itibariyle Aydınlanmacı düşüncenin hâkim kılmaya çalıştığı rasyonalizme güvenin sarsılmasıydı. Aydınlanma ve onun kurumlaşmış şekli olan Fransız Devrimi’nin yerleştirdiği pozitivist bilimsellik gücünü kaybediyordu. Gerçekte gerileyen, hatta çöken, Fransız Devrimi konu olduğunda hiçbir muhalif görüşe, yaşanan terör ve skandallara aldırış etmeyen Kant’ın aklıydı. Fransız Devrimi ile Kant arasında kurulan yakın bağ, Kant’ın felsefede yaptığı şey ile Fransız Devrimi’nin siyasette yaptığı şey arasında kurulan yakınlığa, daha doğrusu bir tür kısa devreye dayanır. (Agtaş – Yılmaz 826).

Husserl’in kriz gördüğü şey, modern bilimlerde yaşanan bunalımdı. Kişisel tecrübeyi bilimsel deneye indirgeyen ve özneyi kendi deneyiminden koparan aklın kriziydi bu. Bilim pozitivizme indirgenmişti ve Husserl bunu, pozitivizmin felsefenin kellesini uçurması olarak görüyordu. (Husserl, 9). Husserl, doğa bilimlerinin nesnel olma iddiasına ve yaşanan dünyayı matematikleştirerek insanın dünyayla varoluşsal bağını ve dünyanın anlamını ortadan kaldırmasına karşıydı. Bu nedenle felsefeyi kesin bir bilim tanımıyla pozitif bilimlerden ayırırken, pozitivizmin felsefeye kesin bir bilim olma sıfatını kazandırmayacağı düşüncesinden hareket etti. Husserl, her türlü bilginin temelinin, bilincin ana yapısının araştırılması olduğunu, dolayısıyla da gerçek anlamda evrensel ve a priori bir disiplin olan saf (transandantal) fenomenolojinin bilimlerin eidetik ya da fotoğrafik temelini oluşturduğunu savundu. (Gödelek, 18)

Husserl’in öğrencisi Martin Heidegger (1889-1976), 1933 seçimlerinde Hitler’e destek veren çağrı mektubunda Avrupa’da yaşanan krizi şöyle tarif ediyordu:

“Temelsiz, erksiz düşünmeyi putlaştırmayı bıraktık. Ona hizmet eden felsefenin sonunu görüyoruz. Varlığın özüne ilişkin yalıncak sorgulamanın apaçık katılığının, upuygun güvenliğinin geri döneceğinden eminiz.” (Heidegger, 2018).

Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.

Heidegger, Grek felsefesinin hakikatle karşı karşıya getirdiği insanı, aydınlanma ve bilimin hakikatten uzaklaştırdığını düşünüyordu. (Delice, 326). Fakat krizden çıkış yolu konusunda hocası Husserl’den ayrıldı ve meselenin ontolojik olduğunu söyledi. Çünkü teknoloji, varlığın hakikatini örtmüş ve insanı ona yabancılaştırmıştı. Bunu da ölümü unutturarak yapmıştı. Heidegger için modern insan, kendi özünden, yani ölüm bilincinden uzaklaşmış insandı.

Emmanuel Levinas (1906-1995), hocası Heidegger’in varlık analizini eleştirirken yeni bir açılım getirdi ve varlığın insan için yük olduğunu söyledi. Varlığa maruz kalması ya da varlığın yarattığı boğuculuk nedeniyle insanın sürekli bir kaçış halinde olduğunu savundu. Buradan “varolansız varoluş” adını verdiği Heidegger’i yanlışlayan anonim varlık tanımına ulaştı. Varlık ona göre öznesiz, hışırdayan sessizlikti. (Acar, 96).

19. yüzyılda ortaya çıkışından 20. yüzyılın sonuna gelene dek fenomenoloji okulunda yaşanan iç değişim veya evrim dikkat çekicidir. Husserl’in epistemolojik ve Heidegger’in de ontolojik bakış açısıyla ortaya koyduğu felsefi kesinlik iddiası Levinas’la birlikte törpülenmeye ve yerini belirsizliğe bırakmaya başladı. Levinas’ın düşüncesinde belirginleşmeye başlayan öteki, başkası ve bunun etiği, Jean-François Lyotard’da (1924-1998) artık farklı olanın meşru varlığı meselesine dönüşecektir. Dolayısıyla Husserl’le başlayan Aydınlanma eleştirisinin, fenomenoloji okulunun post-modernist düşünürleri tarafından doğal sonuçlarına vardırıldığı söylenebilir.

19. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye dek hakikat ve onun bilgisi birbirinden ayırılıyor ve hakikate tezahür, tecelli, yansıma ve alametler, yani fenomenler yoluyla ulaşabileceğimiz savunuluyordu. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hakikat ve tezahür ayrımı ortadan kalktı; görünen ve sezilenden başka bir hakikat bulunmadığı savunulmaya başlandı. Bu değişimde fenomenolojinin rolü önemlidir. Gerçi fenomenoloji, hakikati reddetmedi belki ama onu görünür olana indirgedi. Hakikatin inkârı ve oradan da pozitivizme geçilmesinin dönüm noktası ise Nietzsche’dir. Hakikat kavramının kilisenin alanında kaldığı koşulda Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi kilisenin temsil ettiği bilgiye tepkiydi.

Heidegger; Kant ve Hegel felsefesini de içine alan krizden, felsefeyi Yunan köklerinden koparan Platonculuğu suçluyordu. Yaşanan durum, Batı-Hıristiyan metafiziğine dayalı Kant felsefesinin hiçbir çıkış yolu bulamayacağı boyutta bir kriz haliydi. (Heidegger, 2008: 10).

Heidegger’in felsefe ve metafizikte kırılma noktası kabul ettiği Platonculuk, varlığın tezahür ve tecellilerine bakarak bilgiye ulaşabileceğimizi söyler. Ama idealara zincirleme ve aşamalarla ulaşabilecekken Husserl’in fenomenolojisinde aradaki aşama ve mertebeler iptal edilerek aklın kavradığı şeye tek hamlede erişebiliyoruz. Bunun şartı, dış dünyaya ait tüm varsayım, önyargı ve bilgileri paranteze alıp tasfiye etmektir.

Platon’da insanın kavrayışından bağımsız bir varlık var. Yani Platonculukta varlık ve mahiyet merkezde ve insan onu anlamaya çalışıyor. Descartes ise aklın kavradığı dışında varlık olmadığına dayalı yeni bir sistem geliştirdi ve aklı (insanı) merkeze koydu. Descartes da Platonculuk gibi nesnel bilgiye dayanıyor. Husserl’in farkı, öznel deneyimi esas alması.

Kant’a göre sadece zâhir olan, tezahür eden ve görünen şey hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Zât ve hakikati bilemeyiz. İdrak ve hissetme aracılığıyla bize malum olan şey, görünür olandır. Hegel de “Ruhun Fenomenolojisi”nde fenomeni, yani görünür olanı, ruhun veya külli aklın ya da mutlak aklın tarihin yatağındaki çeşitli zuhurları olarak tarif etti. Mutlak olan, tarihin çeşitli aşamalarında kendisini fenomen olarak tanıtır, sonunda da akılla kavranan zât ve öz olarak kendi kâmil tanınma biçimine ulaşır ve kemale ermiş bilinç halini elde eder. Öyleyse fenomen, mutlak olan “kâmil hakikat” karşısında yer alır. Varlığı bağımlıdır ve hakikatin tezahürlerindendir.

Kant, a priori bilgi alanının bilincin yapısında var olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla deneyin (ya da deneyimin) mümkün olabilmesi için bu a priori ilkelere dayanması gerekirdi. (Kant, 2002: 53). Husserl bunu değiştirdi ve a priori alanın yöntemle........

© Medyascope