menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kenan Çamurcu yazdı | Eski Müslümanın seyir defteri: Tanrı şey mi, kimse mi? -1

34 3
sunday

Dünyanın yaşı 4 milyar yıl hesaplanıyor. Gözümüzün gördüğü alandaki gökyüzünde de her birinde 400 milyar yıldız bulunan 4 milyar galaksi varmış. Işıktan hızlı gidecek bir araç icat edilse bile en yakındaki galaksiye ulaşmanın onbinlerce yıl süreceği mesafe. Yaratıcının bu muazzam manzaraya neden gerek duyduğu sorulduğunda bu rakamların insan evreni için geçerli olduğu, Tanrı nezdinde hiçbirinin hükmü bulunmadığı söyleniyor. Ya da melekut aleminde (Tanrının krallığı) bu rakamlar saniyelere kadar küçülebilir. Hatta saliselere. Böylece tablonun makul ve açıklanabilir hale geldiğini düşünüyor olmalılar.

İyi de bu dünyada ve evrende Allah veya melekler yaşamıyor ki hesabı onlara göre yapalım. İnsanlar ve diğer canlılar yaşıyor ve bunlar hesaba katıldığında da milyar ölçeğindeki zaman ve mekan akıl almaz. Bu bir mecburiyetse Yaratıcı için mecburiyetin anlamı ve değeri nedir? Nesneler birbirini ezmesin diye mekan, olaylar üstüste yığılmasın diye de zaman varsa hayatı neden böyle yaratmak zorunda kaldı? Neden insanlar da melekler gibi zamansız ve mekansız evrende var edilmedi? Zaman ve mekanla yaratılmanın sınama ile doğrudan ilişkisi nedir? Bu ayrışma platosunda Tanrının adaleti ve merhameti her birey için ayrı ayrı öyküler mi, deneyimler mi? Zaman ve mekan düzeni simülatif alternatif gerçeklikse yaşanan deneyimlerin sınama olmasının manası nedir? Karmaşık, kaotik, anlamsız, fazlasıyla tuhaf. Albert Camus’ya kalsa varoluşu tümden absürd görmeliyiz ve anlam yaratarak ona isyan etmeliyiz. (Sisifos Söyleni, 1997). Yaratılışın komplikasyonlarındaki acayiplik o derece yani.

Sonsuz evrene dönersek, bu muazzam perspektife Yaratıcı’nın neden gerek duyduğu sorusu cevaplanmamış olarak yerinde duruyor. Tanrı, hiç gidilemeyecek uzaklıkları neden yarattı? Üstelik radyo frekanslarıyla yapılan araştırmalarda 100 milyon ışık yılı mesafeye dek dünyadakine benzeyen bir canlı hayat da yokken. Galiba bu ıssızlığın ortasında bir tek dünyada hayat var. 250 milyon spermden bir tanesinin canlı hayata vesile olmasına emsal. Niye peki? 1997 yapımı enfes Contact filminde Dr. Ellie Arroway (Jodie Foster) “Uzayda hayat yoksa büyük bir yer israfı olurdu.” demişti ya, bakılan kadarıyla da olsa bu denli yer israfına ne gerek vardı?

Bilimsel teorilere dinin önermelerini doğrulatmayı çok seven dindarlık türü, sonsuz evreni yer israfı görmek yerine Allah’ın her şeye kâdir olduğunu kanıtlamada kullanmaya çalışıyor. Ama etimolojik hata yaptıklarını farkedecek sosyal bilimler formasyonundan yoksunlar. Çünkü Kur’an’daki “Her şeye kadirdir” (mesela Fetih 21) cümlesini mealler “her şeye gücü yeter” şeklinde tercüme etse de kelime bu anlama gelmiyor. Kökenin “kudret” olduğunu ve kelimenin buradan türediğini varsayıyorlar. Oysa “kadîr” (sıfat isim veya abartılı kip) ve “kâdir” (özne/fâil) “ölçülendiren” anlamına geliyor. Ölçülü yapmaya ve ölçülendirmeye güç yetirmesi kastedilse bile o da ikincil mana.

Bu nasıl bir Tanrı ki sınırlarını kavrayamadığımız şeyleri var ediyorken Akdeniz’in güneyinde bir noktada Musa için zuhur ediyor ve o da bunun etkisiyle kendi etnisitesine hitaben hayatı tanzim edici sözler söylüyor. Maide 21’deki tarihsel bilgiye göre (“Allah’ın size yazdığı kutsal diyara girin”) Musa’nın, beraberindeki Yahudilerle birlikte ulaşmaya çalıştığı kuzeyde, dönemin Kenan’ı, sonraki zamanların Uruşelim/Yeruşalayim’inde yine Musa’nın etnik kökeninden İsa’nın sıradışı şeyler görmesinin önü açılıyor. Hayatı trajik biçimde sona erse de her ırk ve coğrafyada yankılanacak hikmetli sözler dökülüyor dilinden. Daha sonra güneydoğuya doğru kuzen etnisiteden Muhammed, farklı bir varlık boyutuyla karşılaşıyor ve kendi kültürel gerçekliğinin diliyle onları aktarıyor çevresine. Ünlü filozof Abdulkerim Suruş’un ifadesiyle, uyanıkken gördüğü rüyaları tabir ediyor.

Bu vesileyle kısa bir not: Mekkeli, daha sonra da Medineli Muhammed, 7. yüzyılın başlarında meditatif durumda (istiğrak/vecd) trans halindeyken gördüğü rüyalardaki varlık âlemini o zamanın kültürü, dili, öyküleri ve gelenekleriyle tabir etti. Şu anda fizikçilerin, hadron çarpıştırıcısı ve başka deneylerde bu kez rüya değil deneysel olarak gözlemlediği varlık evrenini bugünkü dille ifade etmelerine benzer şekilde. Protonlar, parçacıklar, nötronlar vs. Evet, iki gözlem de benzer şekilde; mukayesede hata yok. Husserl’in kıymetli çabasıyla, düşünce faaliyeti de bilimsel faaliyete akredite uzun zamandır. CERN’de enerjiden madde üretme, ikiz protonların evrende birbirlerine ne kadar uzakta olursa olsun aynı şekilde davrandıkları ya da kuantum evreni gözlendiğinde protonların başka türlü davranmaya başladığı gibi örneklerde bir tür rüya tabiri yapıyor bilim insanları. Rüyalara ömrünü vermiş Freud işin bu kısmına bakmayı deneseydi ilginç hipotezler geliştirebilirdi.

Not bitti. Konuya devam edelim.

Peygamber dediğimiz başka özel insanlar da vardı tabii ki ve hepsi de dar, küçük, sınırlı büyüklükteki faaliyet alanlarının özneleriydi. Bunlar olurken dünyanın diğer yerlerinde dağınık halde yaşayan farklı insan topluluklarının hem birbirinden hem de buralarda olup bitenden haberi yoktu.

Milyarlar ölçeğinde evren var eden Tanrı, onun içinde minicik bir nokta olan dünyada minicik yerlerde bazı insan topluluklarına Tanrılık yaptı. Neden? Sebebini bilen yok. Neden tüm kabilelere, aşiretlere, topluluklara, halklara kendi varlığı ve mahiyetiyle ilgili bilgi ulaşmasını sağlamadı? Böyle olduğu, yani her kavme peygamber gönderildiği sadece iddia. Elçilerin kendi topluluklarının diliyle vahyi anlattıklarından bahseden ayetler her kavim içinde peygamber çıktığını söylemiyor. Yanlış tercüme ve tefsir o. Hangi millet içinde elçi çıkmışsa onun kendi kültürü, tarihi, dili, gelenek ve görenekleriyle kendini ifade ettiğini söylüyor sadece. Yahut her peygamberin aynı mesajı tekrarladığını. (Nahl 36). Ayrıca peygamber gönderildiği de bir iddia, teori, varsayım. Tefsirciler, peygamber göndermeyle ilişkilendirilen ayetlerde “ba’s” kelimesine yalnızca peygamberlerin geçtiği yerde “gönderme” anlamı veriyor. Bu ise kelimenin hakiki ve kendi anlamı değil. Yakıştırılmış. Peygamberlik teorisine uygun biçimde ihdas edilmiş mana. Kur’an’ın geriye kalan tüm ayetlerinde kelimenin gerçek anlamı olan “dirilme”yi kullanıyorlar.

Yine, neden bilgi akışına aracılık eden elçiler Muhammed’le son buldu? Kur’an’da sorunun cevabı yok. Bu kadar önemli bir konuda 6 bin küsur ayet içinde sadece bir tek ayet var. Aslında Ahzab 40, Peygamber’in evlatlığıyla evli Zeyneb’in, Peygamber’e aşık olduğunu söyleyip kocasından boşanmak ve Peygamber’le evlenmek istemesi üzerine patlak veren krizle ilgili. Ayet, “Muhammed kimsenin babası değildir.” diye başlayıp onun bir elçi olduğunu söylüyor ve onu “haber getirenlerin (nebi) mührü” sıfatıyla tanıtarak bitiyor. Yani asıl mesele ayetin ilk cümlesi ve ayetin devamı bu meseleye atıf. Nitekim ta Ahzab 54’e kadar mevzu tekrarlanarak devam ediyor ve müminlerin Peygamber’in itibarına titizlenmeleri için ardarda ikazlar geliyor. Ebu Bekir’in kızı Aişe’nin, kıskançlıktan kendini kaybedip “Bakıyorum da rabbin, senin arzun konu olunca pek bir çabuk” tepkisi verdiği (Nesai 3199, Buhari 4788,........

© Medyascope