menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kenan Çamurcu yazdı | Eski Müslümanın seyir defteri: Ampirik olmayan Tanrı ne işe yarar? – 1

26 6
13.09.2025

Kenan Çamurcu’nun bu yazısı, depremden doğan tepkiler, Can Dündar’ın yazısı etrafındaki tartışmalar ve Tanrıya isyan hakkının teolojik boyutlarını ele alıyor.

17 Ağustos depreminin merkez üssü İzmit Körfezi’ydi ve bu nedenle şehrim İzmit, ağır bir yıkım yaşadı. Çok ağır. Bağçeşme mezarlığında ölüm tarihi 17 Ağustos 1999 yazan küçücük bebek kabirleri var, çok sayıda.

Hocalığı kendinden menkul freelance vaizler, tarikat ünlüleri, cemiyet cemaat liderleri, bâtıl kanaatlere önderlik yapan başlar ve muadili her türlü analog dönem dinsel çığırtkanlarının, depremde kıymetlilerini kaybetmiş ve yasını bile tutmaya fırsat bulamamış mağdur, mazlum, mahrum ahaliye zelzelenin Allah’ın cezası olduğunu haykırdığı günlerdi. Müslümanca yaşamaktan uzaklaşmışız, açık saçıklık her tarafı sarmış, günahlar almış başını gitmiş, e başka ne bekleyecekmişiz, Allah işte böyle belamızı verirmiş.

Tevellüdü müsait olanlar hatırlayacaktır. Küçükler de arşivlerden ulaşabilir. Sosyopat hissizler bunların hepsini söyledi. Fazlası var, eksiği yok.

Elbette ki makul ve mutedil dindarlar, depremin Allah’ın cezası olduğunu nereden bildiklerini sordu bu densiz hadsizlere. Kur’an’dan verdikleri örneklerin tarihsel bilgi olduğunu, bütün depremlerin ilahi ceza anlamına geldiğine dair kural çıkarılamayacağını metodoloji prensibi olarak izah etmeye çalışan ilahiyatçılar da çıktı. Ama örgütlü dinsellik karşısında zayıf kaldılar, onlarla baş edemeye güç yetiremediler, seslerini yeterince duyuramadılar. Devlet de nedense “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” muamelesini çalıştırmadı onlar için. Siyasi muhalifler olunca anında harekete geçen amansız takibat, tersyüz edilmiş İslam giysisiyle ortalığı karıştıran başıboş provokatörlere gereksiz ve yersiz anlayışlıydı.

Dine, dinsel olana ve dini çağrıştıran her şeye bugün afallatan oranlarda patlayan tepki, öfke ve reddiyenin mayalanması ta o günlere kadar gider ve insanların acılarına ileri seviyede saygısızlık eden organize dinselliğin her zamanki marifetidir.

17 Ağustos’taki kusursuz felaket, insanlarda acıya tahammül eşiği falan bırakmadı. Bütün hissiyatı dümdüz etti. Yerçekimsiz duygu evreninde oradan oraya kontrolsüzce savrulurken Can Dündar’ın Cumhuriyet’te yazdığı “Gazabın merhametini geçti” yazısı vicdandaki magmanın fışkırmasına vesile oldu. Depremi yaratan mutlak muktedire tam da bunu söylemek istiyorlar, ama cesaret edemiyorlardı. Dündar’ın yazısını defin merasiminde cenazelerinin başında okuyanlar oldu. Belli bir bahşiş karşılığı yanık sesle ayetler okuyarak öte dünyaya transferi cennet garantili hale getiren kârilerle teselli bulmak istemiyorlardı. İtiraz ve isyanları vardı ve tepkilerini öyle ifade ettiler.

Yazının güçlü etkisini gören organize dinsellik her zamanki cahilliğiyle linç fırsatını kaçırmadı elbette. Dündar’ın Allah’a asi olduğunu, insanları isyana teşvik ettiğini, böyle şeyler söylemenin dinden çıkartacağını falan haykırdı. Havada irtidat, cehennem, küfran-ı nimet, nankörlük, kâfirlik falan tehditleri uçuştu. Yükseltilen gerilimi düşürmeye çalışan Dündar, yazıda doğanın gazabının merhametini geçtiğini söylediğini defalarca anlattı. Aleyhindeki kampanyaya konu edilen niyetle yazmadığını sürekli düzeltmek zorunda kaldı. Örgütlü dinsellik “a öyle mi, pardon” demedi tabii ki. Dinî istibdada gün doğmuşken bu fırsatı teper mi?

Dündar, belki çekindiği için belki gerçekten Allah’ı değil doğayı kastettiği için öyle söyledi, bilmiyorum. Allah’ı kastetmişse korkup çekinmesine gerek yoktu aslında, teolojik bakımdan insanın ona sitem ve isyan etme hakkı var. İsyan ve itiraz, itaat gibi inancın bileşenlerinden. Mutlak kusursuz ve mükemmel olan Yaratıcı, yarattığı hayattaki kusurlu, eksik, kötü olana neden engel olmadığını bize açıklamadığına göre beşerî tepki isyan da olur, sitem de, şikâyet de. Yakup peygamber, oğlu Yusuf’u yitirmenin acısıyla “Kederimi ve üzüntümü Allah’a şikâyet ediyorum” (Yusuf 86) demedi mi? Ayette net biçimde “şikâyet” kelimesi geçtiği halde müesses Müslümanlık ayeti tahrif ederek “Allah’a arz ederim” diye tercüme ediyor. Yukarıdaki Tanrıdan aşağıdaki insana doğru bir hiyerarşi varsaydığı kulluk teorisine uydurmak zorunda çünkü. Taha 121’de Adem’in Allah’a asi olduğunu ve yoldan çıktığını (asâ ve ğavâ) gayet açık anlatan ayeti tahrif ettikleri gibi. Tefsirler, buradaki “asi olma”nın bilinen anlamda isyan olmadığına dayanaksız, temelsiz iddialarla dil döküyor.

Hayatlarının lugatında yokluk olmayanlar, hayatları yokluktan ibaret olanlara, yaşadıkları berbat hayatta sabrı telkin ederken işte bu yorumlara görev veriyor. İkazın varsayımına göre, yoksul ve yoksunlar eğer yaşadıkları hale ağızlarından küçük bir sitem, isyan, itiraz lafı kaçırırlarsa ahiretlerini de berbat ederler. Bu dünyası zaten berbat olanın bir cümleyle ahireti de berbat oluyor yani. Sonra gelsin mutlak âdil, merhametli, kullarını koruyup kollayan Tanrı edebiyatı.

Onların tasavvurundaki Tanrı, bin bir hile hurda ile elde ettikleri servet ve kudretle güçlü, varlıklı, müstağni olanların yâr ve yardımcısı, ama ne kadar çabalasa da en alt basamaktan yukarı çıkamayan zayıf, yoksul, muhtaç zavallıları görecek gözü yok, sevmiyor onları ve umursamıyor.

Gazap-merhamet çelişkisi ve çatışmasına dair varoluş teolojisinde karşımıza çıkan sorulara bakmayı teklif edeyim. İşin içinden çıkamayan Müslüman uluların, sınırlı ve kısıtlı aklımızın almadığı konularla meşgul olmamak gerektiğini salık verdiği sorular bunlar.

Cahilce vaazların klişe ve ezberleriyle dinî hayatını idame ettiren popüler Müslümanlık Kur’an okumasını bilmez. Ayetlerde anlatılan öyküleri anlamlandırmayı, ifade ve önermeleri o günkü kültürel ve tarihsel durumlarla ilişkilendirmeyi, kendi zamanına dönük aklı başında ve bilgi değeri taşıyan sonuçlar çıkarmayı beceremez. Çünkü hemen her alanda olduğu gibi din konusunda da eğitimsiz, vasıfsız, liyakatsiz, yetersiz, donanımsız, niteliksizdir. Hal böyle olunca Kur’an’da anlatılanları sözde yorumlarken yapılmış gereksiz, yersiz, manasız detaylandırmaların peşinde oyalanır durur. Asıl olanı, esası, mahiyeti, öz ve cevheri göremez, anlatılsa anlayamaz, idrak edemez. Çünkü meraksız ve hevessiz.

Gayet beşerî bir çalışmayla matbaada makineler tarafından kâğıda basılmış –çöp olan hatalı baskıların da toplanıp atıldığı/yakıldığı– kitabı (mushaf) “Kur’an” diye kutsayarak yükseklere asmaktan ibarettir dini diyaneti. Hani Ömer’in halife olduktan sonra anlattığı otobiyografisinde, helvadan (veya hurmadan) put yaptığı, acıkınca yediği (Mahmud el-Akkad, Abkariyyetu Ömer, Mansura: 2015, s. 214) anısı var ya, onun tıpkısı. Ali, Ammar gibi putlarla hiç işi olmamış şahsiyetler bir yana, Müslüman olmadan önce heykellere kutsallık atfetmiş olanların bile yapmadığı akıldışı davranış. Kendi elleriyle imal ettikleri kitap baskısına ilahî kutsallık, abdestsiz dokunulmazlık, belalara karşı koruma tılsımı özellikleri atfetmeleri ancak derin ve koyu cehaletle açıklanabilir.

Hiç düşünmezler, Kur’an’ın kitaplaşmadığı dönemde, Kur’an’ın bedenlenmiş hali Peygamber, “konuşan Kur’an” lakaplı Ali ve diğer Kur’an bilgini sahabeler bugünkü kitap muamelesi mi görüyordu? Kur’an’ın kitaplaşmadığı zamanlarda olmayan ve Peygamber’den sonra çıkmış âdetler nasıl din kabul edilebilir, nasıl kutsal sayılabilir, Allah’tan ve Peygamberinden başka kim böyle bir yönergeye yetkili olabilir?

Kur’an özel isim değil bir kere. “Okuma” demek. Neyin okuması? Aslında Tevrat’ın. Bu bakımdan İsa gibi Muhammed de semitik dinin tarikatı bir tür. İsa Yahudi idi, Muhammed Arap; kuzen etnisiteler ve aynı kültür havzasının insanları.

İşte bu dindarlığın, Tanrıya sitem ve şikâyetin, hatta itiraz ve isyanın müminlikle ilgili olduğunu anlaması o nedenle imkânsız. Kur’an’daki en ilginç sahnelerden,........

© Medyascope