Cevat Düşün yazdı – Sıfat (unvan) fetişizmi: İnsanın kendisinden kaçışı üzerine
Farklı perspektif ve disiplinler tarafından ortaya atılan kuramlar, fetişizmin özünde insanın kendi iç çatışmasını, yetersizlik duygusunu ve ontolojik kaygısını bir nesneye, bir simgeye ya da bir sıfata devretme çabasının ifadesi olduğunu gösterir. Fetişizm, insanın “eksik varlık” olma hâlinin bir savunma biçimidir. Kişi, kendisini tamamlanmış hissetmek için dışsal bir imgeye tutunur; içindeki boşluğu bastırmak için dışarıda bir “kusursuzluk dekoru” yani sahte benlik inşa eder. Bu nedenle fetişizmin temel sorusu da kaçınılmaz olarak şu noktaya dayanır: İnsan, eksik olma hislerinin ağırlığından kurtulmak için neyi ilahlaştırır, neyi büyütür, neyi vitrinin merkezine koyar?
Neden sahte benliğe ihtiyaç duyarız ve sahte benlik inşası için insanüstü mücadele ederiz? Sahte benlik büyüsünden kurtulmamız mümkün mü?
Bu yazıda, sadece dilimin döndüğü kadar değil; zihnimin derinlikleri ve içsel tanıklığımın ışığı elverdiğince bu soruların cevabına ulaşmaya çalışacağım.
İnsanlık tarihi boyunca “fetişizm” kavramı, yalnızca antropolojik bir gözleme ya da psikoseksüel bir sapma tanımına indirgenemeyecek kadar derin bir sorun ve düşünsel serüvene dönüşmüştür. Bugün çoğu zaman cinsel ve şiddet çağrışım intibası oluşturan fetişizm, aslında 18. yüzyıla, Charles de Brosses’in 1757’de Batı Afrika’daki kutsal nesneleri tanımlamak için “fétiche” terimini sistematik biçimde inançsal imge ve sembol kullanım öyküsüne dayanır. De Brosses’in çalışmaları, insanın dışsal bir nesneye kutsiyet atıflarla zihinsel işleyişin temel yapı taşlarından biri olarak sunmuş olsa da; Auguste Comte ise bu anlayışı daha da ileri götürerek fetişizmi insanlığın zihinsel-dinsel evrim çizgisinin ilk basamağı olarak konumlandırmıştır.
19. yüzyılın sonlarına doğru bu kavram antropolojiden psikolojiye taşınmış; Alfred Binet ve Freud’un müdahalesiyle fetişizm, artık büyülü nesnelere yönelik bir inanç biçiminden çok, benliğin kaygısını, eksikliğini, kırılganlığını ve çözülemeyen iç çatışmalarını dışsal bir nesneye, bir imgeye ya da bir niteliğe aktarması olarak yorumlanmaya başlanmıştır. Freud’un ifadesiyle fetiş, aslında “kaygının nesnelleştirilmesi”dir. Kişi taşıyamadığı duygu yükünü, kendi varlığının açıklayamadığı boşluğu bir nesneye –ya da modern insan için çoğu zaman bir sıfata– aktarır; böylece içindeki çatışmanın ağırlığını hafifletmeye çalışır.
Bu tarihsel ve psikodinamik çerçeve bize şunu gösterir: Fetişizmin özü, insanın kendi içsel gerçeğinden kaçıp, kendi yerine koyduğu bir şeye tutunma arzusudur. Bu kaçış bazen bir nesneye, bazen bir lidere, bazen bir imgeye, bazen de bir sıfata yönelir. Bu nedenle fetişizmin asıl sorusu da kaçınılmaz biçimde şu soruya varır:
Neden insan kendisini değil de kendisinin yerine koyduğu şeyi sever, kutsar, idealleştirir?
Bu soruya yanıt, hepimizin hayat tecrübelerinin içinde gizlidir. Farkındalık eksiklerimiz, duygusal kırılganlıklarımız, kimlik dalgalanmalarımız ve ontolojik boşluklarımız, bizi çoğu zaman kendi varlığımız yerine bir niteliği yüceltmeye iter. Bu nedenle fetişizm, insanlığın en derin histerik yaralarından birinin –kimlik ile arzu arasındaki boşluğun– modern bir tezahürüdür. İnsan, kendisini anlamaya çalışırken önce dile, sonra sıfatlara tutunmuştur. Çünkü sıfat, varlığı tutan bir kulp gibidir: Hem tanımlar, hem sınırlar, hem güven verir. Ancak tam da bu nedenle sıfat, zamanla varlığın kendisinin yerine geçme tehlikesi taşır. İnsan bir süre sonra sıfatı taşımak için varlığını unutur. Sıfat fetişizmi işte bu unutmanın, bu kayboluşun, bu içsel yer değiştirmenin ürünüdür. Artık kişi kendisini değil, kendisi hakkında kurduğu imgeyi yaşamaya başlar. Psikolojide bu durum, nesne yerine niteleyiciye bağlanma; sosyolojide kimliğin kavramsal dekorlarla inşası; ilişkilerde ise kişiye değil, onun temsil ettiği imaja âşık olma olarak çoğu zaman karşımıza çıkar. İnsan, kendi kırılgan gerçekliğiyle yüzleşmektense, kendisini sabitleyen bir sıfata sıklıkla sığınır maalesef. Çünkü sıfat durağandır, oysa insan akışkan ve değişkendir. Bu nedenle sıfat, her zaman ontolojik güvenlik ihtiyacının irrasyonel bir telafisi olarak devreye girer.
“Güçlü adam.”
“Sadık kadın.”
“Devrimci genç.”
“Aydın birey.”
“Güçlü lider.”
“Kerametli şeyh.”
Bu sıfatlar, insanın taşıyamadığı gerçekliğin üzerine yapıştırdığı duygusal bandajlar veya etiketler gibidir. Yaramızı her ne kadar iyileştirmezse de görünmez kılar. Çoğu zaman bizler o bandajı kendi derimiz zannederek; yaralarımızın ise derinleşmesine farkında olmadan sebep oluruz. Telafisi zor psikolojik hasarların doğumuna da sebep olur. Örneğin; kaygı, kendilik bölünmesi, empati körlüğü, aşkı imajlaştırma, duygusal tiranlık, karşıdakinde aynalanma ihtiyacı ve narsizmin çeşitli biçimleri…
Bu psikolojik hasarların büyük bölümü, sıfatın insanın ruhunda yarattığı baskıdan doğar. Kişi, atadığı sıfatı taşıyamayınca kırılır; taşıdığında ise kırıcı olur. Çünkü sıfat insana değil, insandan beklenen role hizmet eder. Bu nedenle sıfat fetişizmi, modern ilişkilerin büyük bölümündeki kronik hayal kırıklığının da görünmez zeminini oluşturur. Günümüzde yaşamımızda oluşturduğu tehlike ve olumsuz etkisinin zaman zaman farkında olmamıza rağmen büyüsünden kopmak istemiyoruz. Toplumsal ve politik alanda ise sıfatlar kakistokratik (en kötüler tarafından yönetim) düzenlerin en etkili araçlarıdır. “Vatansever”, “hain”, “lider”, “mürid”, “aydın”, “cahil”…
Bu sıfatlar........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein