menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cevat Düşün yazdı: Şiddetin romantizmi ve insan iradesinin moleküler çöküşü

15 10
01.11.2025

Hayat, yaşarken insanın yapıp ettiklerinin toplamıdır. Yaşam ve öğrenme tecrübelerim beni bu tezler ve sonuçlara götürdü. İnsanın en derin trajedisi, özgürlüğünü kaybetmesi değil — onu gönüllü olarak teslim etmesidir. Çünkü hiçbir zincir, insanın kendi bilincine vurduğu zincir kadar görünmez değildir. Örgütler, ideolojiler, cemaatler ya da liderler… Hepsi, aynı temel vaadin etrafında döner: “Sana anlam vereceğim” derler. Fakat insan, anlamı dışarıda aradığı anda, kendi içsel iradesini ipotek altına alır.

Bu yazıyı, o görünmez ipotek sözleşmesini çözmek için yazmak istedim. Çünkü bana göre en derin esaret, düşüncenin kolonileştirilmesidir; en hakiki özgürlük ise bilincin geri alınmasıdır. Ben, dışsal devrimlerin değil, içsel uyanışın tarafındayım. Çünkü devrim, sistemleri yıkar; ama isyan, insanı uyandırır. Ve insan bir kez uyanırsa — artık hiçbir ideoloji, hiçbir lider, hiçbir “kutsal dava” onun adına düşünemez.

El-Kindî’nin dediği gibi:

“Aklını tutkuların kölesi yapan insan, kendi celladını besler.”

Ben, aklını tutkuların değil, hakikatin hizmetine veren insanın tarafındayım. Ve bu tezlerim, o insanın bilincine bir çağrıdır: Zihnini geri al. Çünkü senin son özgür kalen, kendi düşüncendir. Bütün siyasî, dinî, kültürel ve mistik devrimler, yıktıkları karşı-devrimin duvarlarının tuğla ve harcından kendi saraylarını kaçınılmaz olarak inşa ederler. Er veya geç yıktıkları iktidarlara benzeşme serüvenleri kaçınılmazdır. Engin bilgi içeren bir Çin atasözü var ; Dostunu seçerken çok temkinli olmak zorunda değilsin. Ama düşmanını seçerken temkinli olmak zorundasın. Çünkü er veya geç düşmanına benzeşmen kaçınılmaz…

Her taş, bir zamanlar kendilerine karşı duran düzenin hatırasını taşır; her harç, yıkılan ideallerin külleriyle karılmıştır. Ve işte trajedi burada başlar: Yıkmak için çıktıkları yolda, kendilerini eski düşmanın gölgesinde bulurlar. Madem ki benzerine dönüşmemek için ayaklandınız, neden sonunda onun kopyası oldunuz? Neden orijinalin ruhunu, kendi ellerinizle kirlettiniz veya yok ettiniz ? Tıpkı Nietzsche’nin dediği gibi, “Kendi zincirlerini kırmak isteyen, bazen başkalarının zincirlerini taklit eder ve farkına varmadan yeni bir esaret yaratır. ”

Her devrim, kendi celladını içinde taşır; her ideali, kendi yıkımının tohumlarını taşır. Ve bizler, tarih boyunca, özgürlüğün vaadini dinleyen ama esaretin melodisiyle uyuyan bir nesiliz.

Bir insan, kendi varoluşunu anlamlandıramadığında, anlamı dışarıda arar. Ve örgüt —ister dini, ister Mafyatik, ister Mistik, ister politik, ister ideolojik olsun— tam da bu boşluğa doğar: İnsanın kendi varlığını tanımlayamama sancısına “biz” diye bir morfin sunar. Örgütsel kimlik, bireyin ontolojik yalnızlığını uyuşturur. “Sen artık tek başına bir hiç değilsin,” der. “Artık bir davanın, bir halkın, bir Tanrı’nın temsilcisisin.”

Ama bu vaadin ardında bir felaket saklıdır: Birey, kendi benliğini örgütsel benliğe devrettiği anda, düşünme, şüphe etme ve hissetme hakkını da teslim eder. Bu, görünmez bir ontolojik intihardır. Birey artık kendisi değildir; “örgütün bilinci” denilen koalektif hipnozun bir hücresidir. Ve o hücrede “ben” yok olur, sadece “bizim çıkarımız, bizim düşmanımız, bizim hakikatimiz” kalır.

Freud’un “süperego” kavramı, otoritenin içselleşmiş hâlidir. Örgüt, bu süperego’yu dışarıdan yeniden inşa eder: Lider, “baba”; dava, “aile”; disiplin, “ahlak” olur. Birey, otoriteye boyun eğdiğinde değil, ona duygusal olarak bağlandığında tamamen köleleştirilir. Bu bağlanma, sevgiyle korkunun karışımından doğar. Bir yandan örgüt bireye “değerli” hissettirir; öte yandan onun her hatasını, her şüphesini “ihanet” olarak kodlar. Bu, klasik travmatik bağlanma modelidir — tıpkı bir istismar ilişkisinde olduğu gibi.

Manipülasyon, fiziksel zorlamayla değil; duygusal borçlandırmayla işler.“Bu örgüt olmasaydı kim olurdun?” Bu soru, bireyin zihninde sonsuz bir utanç yankısı yaratır. Artık örgütten ayrılmak, sadece bir fikir ayrılığı değil, kimlik kaybı anlamına gelir.

Her manipülasyonun meşruiyet zırhı vardır. Örgüt, kendini ahlaki bir yücelikle donatır — “adalet”, “özgürlük”, “Allah’ın rızası”, “halkın onuru” gibi kelimeler, bilinç hipnozunun ritüel kelimeleridir. Ama bu kelimeler, artık anlamlarını yitirmiştir. Artık “adalet” örgütün menfaatine; “hakikat” liderin yorumuna; “ahlak” ise itaat ölçüsüne indirgenmiştir. Böylece etik olanla ideolojik olan birbirine karışır. Ve insan, farkında olmadan, iyilik adına kötülüğün aracına dönüşür. Bu, tarihte her totaliter yapının ortak mekanizmasıdır: Bir “yüksek amaç” adına, bireyin düşüncesi, duygusu, hatta vicdanı askıya alınır. Vicdan, artık bir örgüt tüzüğünün ek maddesidir.

Her örgütsel kimlik, kendi varlığını düşman imgeleriyle besler. Çünkü korku,........

© Medyascope