menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Muhalifler hep mutsuz mu olur?..

7 7
22.03.2025

Babam bir muhalifti. Ve mutsuzdu. Muhalifler mutsuz olur, derdi. Pek anlayamazdım ne anlama geldiğini.

Sık sık “Benim ömrüm bu memlekette demokrasi görmeye yetmeyecek” diye hayıflanırdı. Sabahları kahvaltı masasında bir yandan çayını içip, bir yandan günlük gazetelere göz atarken iç çeker, kafasını sallardı. Aslında bütün haberleri herkesten önce bilirdi; gazetede musahhih olarak çalışıyordu-Anneannem musahhih, annem bazen düzeltmen, bazen de redaktör derdi. Haberleri daha önceden bilmesine rağmen baştan aşağı, dikkatlice bir daha okurdu, gazeteleri. Bazen hiçbir şey söylemeden kalkar, evden çıkar giderdi.

Akşamları eve erken geldiği, birlikte yemek yediğimiz pek enderdi. Genellikle arkadaşları ile meyhaneye gider, biz uyuduktan sonra eve gelirdi. Geldiğini uykumuzun arasında boğuk boğuk öksürmesinden anlardık. Bir de annemin bağırtısından, çağırtısından. Huysuz bir adamdı, babam; bunu da muhalifliğine bağlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse huysuz muydu, değil miydi karar vermek zordu. Güler yüzlüydü, iri cüssesine, kaba görünüşüne rağmen kibardı. Herkes severdi onu. Yakasına kırmızı bir karanfil takardı, hep. Belki de kıskandığından annem kızardı yakasına karanfil takmasına, anlam veremezdi. O da sen anlamazsın, der geçiştirirdi. Zaten, galiba, annemle anneannemin dışında onun huysuz olduğunu söyleyen de yoktu.

Babam nasıl biriydi? Kendi söylediği için anlamını bilmesem de muhalif olduğunu biliyordum. Peki, huysuz muydu, mutsuz muydu, kaba mıydı, kibar mıydı, anneannemin dediği gibi sorumsuz muydu karar veremiyordum. Belki de hepsiydi; renkli bir adamdı, benim babam.

Gece yarısı kavgalarının konuları çoklukla, geçim sıkıntısı ve babamın sorumsuzluğu üzerineydi. Annem bağırır çağırır, sonra ağlardı.

“El âlemin karılarına dikiş dikmesem aç kalırız. Sense çoluk çocuğunun rızkını meyhane köşelerinde yiyorsun” diye bağırırdı.

Babam, önceleri sakin sakin derdini anlatmaya çalışırdı. Meyhane dostlarıyla bir arada, bir nebze olsun mutlu olabildiği bir mekandı. Babamın arkadaşı Enis amcanın dediğine göre ikinci kadehten sonra her gece memleketi kurtarıyorlardı.

Kardeşimle birlikte kafamıza çektiğimiz yorganın altından sıkıcı bir filmin tekrarı gibi hemen her gece, yattığımız yerden kapının aralığından gördüğümüz oturma odasında cereyan eden bu kavgaları endişeyle izlerdik. Babam hayret eden bir surat ifadesiyle annemi dinler, annemin bağırtıları kesilmeyince sinirlenip küfrederdi. Annem ağlayarak yatak odasına çekilir, sertçe kapısını kapardı. Kapının arkasından uzun süre hıçkırıklarını duyardık. Sonra kesilirdi sesi; bu uykuya daldığının işaretiydi.

Babam uzun süre başı ellerinin arasında, koltuğa ayaklarını uzatıp oturur, bir süre sonra ayağa kalkar, sigara yakar, zulasındaki rakı şişesini çıkarır, meyhanede içtiği yetmemiş gibi yeniden içerdi. Zihnini toplaması için gerekli olduğuna inanırdı, bunun. Remington marka portatif daktilosunu masanın üstüne koyar, şaryoya kağıdı yerleştirir yazmaya başlardı. Gazeteden aldığı maaş yetmediği için Yeşilçam senaryoları yazardı. Daktilosunun tıktıkları gecenin o saatinde bize ninni gibi gelir, yeniden uykuya dalardık. Alışmıştık bu tıktık seslerine. Sabahın erken saatlerine kadar yazardı. Tıktıkların ritminden hikayenin seyrini anlardık. Senaryoda heyecanlı bölümleri yazarken babam da konuya kendisini kaptırır, hızlı atan kalp atışları gibi daktilonun tıktıklarının hızı artardı. Bu zamanlarda sigara dahi içmez, aralıksız yazardı. İyi şeyler yazmışsa sabah bizi erkenden kaldırır yazdıklarını okur, kendisi gibi beğenmemizi isterdi. Çok güzel şeyler yazardı. Annem bile bütün kızgınlığını unutur, gevşerdi. İyi insanlar hep mutlu olurdu, kötüler cezalarını bulurdu, hikayelerinin sonunda. Sevgililer birbirlerine kavuşurlardı. Tersini yazmaya kalksa da biz onaylamaz, hikayeyi değiştirmesini isterdik.

***

Annem dikiş dikerdi. Sabah gün ağarmadan kalkardı. Çoğu zaman babam hala daktilosunun başında senaryolarını yazıyor olurdu, o saatlerde. Annem çok hamarattı; evin işlerini erkenden bitirirdi, sonra dikiş makinesinin başına geçerdi. Bize Amerikan bezinden donlar dikerdi, okul önlüğümüzü, kendisine, eşe dosta elbiseler dikerdi. Öğleden sonra mahalleli kadınlar gelirdi eve; annem, onlara pazenden, emprimeden, basmadan model model elbiseler dikerdi. Dikişini herkes beğenirdi; iyi terziydi, hem de ucuzcuydu. Başka mahallelerden de kadınlar gelirdi, elbise diktirmeye. Bu yüzden de işi hiç eksik olmazdı.

Anneannem iyi kahve falına bakardı. “İçtiğimiz kahvedir / Etrafı telvedir. / Ey kahve perisi / Gönlümdekini bildir” diye başlardı kahve falına bakmaya. Elbise diktirmeye gelen kadınların dışında kahve falı baktırmak isteyen, sohbeti seven kadınlar da gelirdi, evimize. Oturma odamız her zaman mahallenin kadınları ile dolu olurdu. Bu hiç de şikayet edilecek bir durum değildi. Babam evde olmadığı için ve kardeşimle beni de erkekten saymadıkları için sere serpe otururlardı. Açık saçık hikayeler anlatır, gülüşürlerdi. Halbuki ben, o zamanlar erkekliğimi yeni yeni fark etmeye başlamıştım. Kadınlar prova için annemlerin yatak odasında elbiselerini giyerlerdi. Ben ve kardeşim kimse görmeden, önceden odaya girer, yorganların, döşeklerin istiflendiği yüklüğe saklanır, yüklüğü kapatan perdenin aralığından soyunan kadınları seyrederdik.

Dertleşme mekanıydı evimiz. Kadınların hemen hemen hepsi eşe dosta belli etmemeye çalışsalar bile mutluluğu bulamamışlardı, evliliklerinde. Mahallemizin kocasız kocayan kızları vardı. İffet köşedeki bakkalın karısının adıydı. Provasız dikilen elbiseler gibiydi evlilikler. Kapılar kilitli, kepenkler inikti.

Allah’tan ki bizim de mahallenin bütün erkeklerinin yüreğini hoplatan bir Fahriye ablamız vardı. Yoksa aşk, babamın senaryolarını yazdığı filmlerdeki bir fantezi olarak kalacaktı.

***

Basit bir ayakkabı çekeceğinin iş bulmama neden olacağını düşünemezdim. Annemle birlikte kardeşime ayakkabı almak üzere çarşıya çıkmıştık. Eminönü’nde büyükçe bir mağazaya girdik. Elimde işportadan aldığım bir tarafı gazoz açacağı, öbür tarafı ayakkabı çekeceği olan bir şeyi elimde sallıyordum. Dükkan sahibi gülerek;

“Küçük bey bizim işe yatkın galiba” diye takıldı.

Annem benim elimde çekeceği sallayarak laubali bir şekilde dolaşmamdan rahatsız olmuş, pantolonumdan çekiştirerek, mahcup bir yüz ifadesiyle gülümsedi.

“Okullar tatil olunca bize gelsin. Çalışır, hayatı öğrenir” dedi dükkancı.

Bu sözü benim ciddiye alacağımı bilerek mi söylemişti, ayakkabıcı? Ama ben ciddiye almıştım; okullar kapanır kapanmaz ayakkabıcı dükkanına gittim. Hemen o gün işe başladım. Çırak olarak erkekler reyonunda çalışıyordum. Sağa sola koşturup diğer........

© Medya Günlüğü