Medrese: Çekilen O Kutsal Çile
Tek pencereli, uzun bir oda!
Aslında Tek Pencereli Bir Dünya desek daha yerinde olacak.
Medrese: Bir Vefa, Bir Yolculuk, Bir Kardeşlik
Dünyaya aynı pencereden bakanlar.
Aynı kapıdan girip, aynı kapıdan çıkanlar; kaderin aynı eşiğinde adımlarını buluşturanlar.
Hayatın ihtişamından uzak kalanlar.
Fakat huzurun en safını, mutluluğun en gerçek hâlini, o taş odanın tam ortasında yeşertmeyi başaranlar.
Biz, yarınlar için sessiz birer tohumduk. Bir gün dallara, başaklara dönüşmek üzere toprağa bırakılmış tohumlar.
> Aynı pencereye bakanlar, aynı ufka yürürler.
Burası, zamanın ve mekanın ötesinde bir yerdir. Bizim içimizdeki sonsuzluk, burada, bu dar odada yeşermeye başlar. Medrese, sadece dışarıdaki dünyaya değil, iç dünyamızdaki karanlıklara da ışık tutar. Burada, her birimiz bir başka benliğe dünüşüp, bir başka özü keşfettik; her bir adım, bir içsel devrimin başlangıcıydı. Bizler, sadece öğrenmeye değil, olgunlaşmaya, büyümeye geldik. Her taşta, her derste, her duada, biz, eski halimizi bir adım geride bırakıp, yeni bir benliğe büründük.
Bizi birbirimizle tanıştıran o tek pencere, sadece bir açılış değil, bir sonsuzluğun da kapısıydı. Her birimiz, yeryüzünde değil, kendi içimizde bir yolculuğa çıktık; ve bu yolculuk, sadece bir zaman dilimiyle ölçülmezdi. Toprağın altında çürüyüp filizlenen tohumlar gibiydik. Çürüdükçe kök saldık, kök saldıkça başak verdik. O başaklar, hayatın içindeki gerçeklere ve ahiret ufkuna ulaşmanın simgesiydi.
Medrese, sadece ilimle şekillenen bir kurum değil, bizlere sabır, tevazu, vefa öğreten manevi bir okuldu. Ve bu okulun bize öğrettiği en büyük ders; bir arada olmanın ve bir arada kalmanın, yalnızca bir kimlik değil, bir ruhsal arınma neticesi olduğu gerçeğiydi.
Hayat, bizlere geçmişin izlerini ve yarının umutlarını taşıyan bir taşıyıcı gibi işledi. Bizler, geçmişin özlemlerini, bugünümüzün sorumluluklarını ve yarının bilinmezliğini taşırken, arkamızda bırakacağımız izlerin sadece birer hatıra değil, birer dua olmasını isteyenlerdik.
Zaman geçer, günler birbirini kovalar. Lakin bir şey vardır ki zamana yenik düşmemelidir: Vefa.
Bir Omuz, Bir Yürek: Medrese Kardeşliği Üzerine Bir Vefa Borcu
Bizler, bir araya geldiğimiz o sade odalarda yalnızca ders çalışmadık. Her ilmî müzakere, her sessiz dua, her gece yarısı paylaşımı, kalplerimizi birbirine nakış gibi işledi. Omuz omuza verdik, kimi zaman acıyı paylaştık, kimi zaman sevinci çoğalttık. Birimizin ayağı sürçse, diğeri hemen el uzattı; birimizin gönlü kırık olsa, diğerinin duası mendil oldu gözyaşına.
Şimdi dönüp baktığımızda, her birimizin hatırasında bir diğerinin izi var. Belki birlikte aynı çaydan içtik, belki aynı geceyi, aynı soğuk duvarlar arasında imanla ısıttık. Kimimiz yorulduğunda diğerimizin bir tebessümüyle dirildi. Kimimiz düştüğünde, bir diğerimizin omzunda yeniden ayağa kalktı. İşte medrese dediğin, sadece kitap kokan taş binalardan ibaret değildir; yüreklerin birbirine kenetlendiği, emeklerin dualarla yoğrulduğu bir aile ocağıdır.
Bugün belki uzak düştük, belki yollar ayrıldı. Lakin o dokunan elleri unutmak, bize yakışmaz. O beraber dökülen teri, o gözyaşını yok saymak, vefaya sığmaz. Kim bize bir bardak su ikram ettiyse, kim bize bir gece duasıyla yoldaş olduysa, adı kalbimizde mücevher gibi saklı kalmalı.
Biz bir aileyiz. Ayrı yerlerde olsak da aynı duaya el açan kardeşleriz. Biri çökerken diğeri omuz verecek; biri yorulurken diğeri elinden tutacak. Çünkü biliriz ki kardeşlik, medreseden başlayıp sonsuzluğa uzanır.
Bugünü yaşarken dünü unutmayalım, yarına ümitle yürüyelim. Birbirimizi yokmuş gibi görmeyelim ki her birimizin hikâyesi, diğerinin duasında tamam olsun.
İşte bunun için de biraz tezkire, biraz da nazire olsun diye bunca kelam ve dahi selam.
> Medrese, duvarları taştan; ama kalbi nurdan bir mekân.
Biz, o taşlar arasında büyümedik, o taşlar arasında yeşerdik.
Her sabah, dar bir kapıdan geçerken, aslında içimizde yeni bir aleme adım atıyorduk.
Bir çekirdek gibi toprağa gömülüp, sabrın, vefanın ve kardeşliğin sıcaklığıyla sümbül veriyorduk.
Ve başaklar gibi doldukça baş eğmeyi, yükseldikçe, doldukça tevazu göstermeyi, yaşadıkça derinleşmeyi öğrendik.
Medrese, ilimden önce insanı; sözden önce vefayı; bilgiden önce kardeşliği talim ettiren bir mektepti.
Bizler, taş odalarda büyüyen fidanlardık; boynumuz bükük belki fakat köklerimiz derinleştikçe derinleşiyordu.
Ve derinleşen köklerin dalları göğe uzanıyordu.
> Medrese, bir zaman ve mekân değil; bir ruhun, bir kalbin, bir niyetin adıdır.
Her birimizin içinde açılan o küçük pencereler, bizi kendi iç yolculuğumuza davet etti.
Burada öğrendiğimiz en büyük ilim, insanın insanla tamamlandığı hakikatidir.
Taşlar sabrettiği için duvar oldu, biz sabrettiğimiz için kardeş olduk.
Bugün, o günlerden yadigâr kalan hatıralar sadece geçmişe bir özlem değil; geleceğe bırakılmış sessiz ama güçlü bir duadır.
Bizler birer hatıra değil, birer dua olduk; zamanın ötesinde, kalplerin hafızasında yaşayan sessiz dualar...
Bir Yatak, Çok Yürek
Uzun odada nemli zeminlerde yattık.
Dökük duvarlar arasındaki soğuk, kardeşlik sıcaklığıyla çözülürdü.
Tek bir yatakta nice yürek buluşurdu; geceyi tek bir duaya sarılarak geçirirdik.
Tek pencereli uzun bir odada, aynı duaya baş koyuyorduk.
Rutubetli yorgan örtündük, birbirimizin yürek sıcaklığında ısındık.
Bir yatak vardı çoğu zaman; ama o yatakta çok yürek yatıyordu: birbirine yaslanmış, birbirine dua eden yürekler.
Bedenimiz üşüse de, kalplerimiz hep yan yana, omuz omuzaydı.
> Aynı duada ısınan kalpler, kışı unutuyordu.
Uzun, tek pencereli bir odada yatıyorduk. Soğuk gecelerde, birbirimizin nefesiyle ısınıyorduk.
Yorgan yoktu belki, battaniye azdı, ama biz çoktuk.
Bir yastık, birkaç baş; bir yatak, çok yürek oluyordu.
Uyku, sadece bedenin dinlenmesi değil; ruhlarımızın da birbirine sokulmasıydı.
Evet, ruhlarımız birbiriyle soluklanıyordu adeta…
Nemli Zeminler Üzerinde Yarınlar İçin Umut Yolculuğu
Taş odalarda üşüdük. Hayatın sıcak ekmeğinden uzakta kaldık.
Bir yatağı birkaç kişi paylaşırdık. Yorgan değil, merhamet örterdi üstümüzü.
Soğuk gecelerde, birbirimizin sıcağını kuşanırdık.
Kimi zaman anne şefkatiyle sarardık birbirimizi, kimi zaman baba kudretiyle korurduk.
Kimi zaman da kardeşçe susar, gözlerimizle konuşurduk.
Bir günün değil, yılların yükünü omuzlardık beraber. Ve her omuz daraldığında, bir diğeri sessizce destek olurdu. Çünkü biz, birbirimiz için vardık.
Ama her soğukta biraz daha ısındık birbirimize. Ve her yoksullukta biraz daha çoğaldık.
Hayat bizden kaçtı belki; ama huzur, sabır, vefa taşların arasından boy verdi.
Biz, o dar hücrelerde kendimize değil, yarınlara tohum ektik.
Bohçalar Dolusu Dualar
Evlerimizden çıkarken elimizde ne bavul vardı ne de mal.
Kimimizin bohçasında anne duası, kimimizin cebinde bir kırık temenni vardı.
Eşyamız yoktu belki, ama umudumuz ağırdı.
Sonraları öğrendik; gerçek azık, dua imiş.
> Bohçası boş olanın, duası doludur.
Elimizde ne bavul vardı ne de zengin bir yük.
Bohçalarımız hafifti, ama gönüllerimiz vardı.
Çocukluğumuzun bir ucunda yoksulluk vardı; ama diğer ucunda göğe değen hayaller...
Bize evden gönderilen şey bir çanta değil, bir duaydı.
Kiminin yalnızca gözyaşıyla süslenmiş bir bohçası vardı.
Evet, bohçalarımız ağır değildi: Kimimizin bohçasında sade bir dua vardı, kimimizin bir temenni, kimimizin hayale sarılı bir istikbal. Çanta, bavul gibi şeyleri sonraları gördük.
O günlerde yükümüz ağır değildi, ama umutlarımız ağırdı; o umutlar ki bizi yıllarca taşıdı.
Ve biz o duayı ve umudu sırtımızda değil, yüreğimizde taşıdık.
Kesretten Vahdete
Farklı bucaklardan gelen; farklı anaların dualarıyla yoğrulmuş çocuklardık.
Medrese, bizi kesretten vahdete taşıdı; farklı renkleri aynı sancakta topladı.
Farklı bucaklardan, ayrı hikâyelerden geldik.
Lehçelerimiz başka, yaralarımız başkaydı ama yarınlarımız yekti.
Zira medrese, bizi tek bir duanın gölgesinde birleştirdi.
Çokluktan birliğe, ayrılıktan kardeşliğe, uzaklıktan yakınlığa yürüdük.
Kesretten vahdete ermenin sırlarını o taş hücrelerde tattık.
> Renkler ayrıdır; lakin sancak birdir.
Vefayı Öğreten Medrese
Küstüğümüz günler de oldu. Dargınlıklarımız, akşamın sessiz duasında erirdi.
Tek pencereli odalar, tek bir ruhun çerçevesi olurdu bize. Vefa, zamanla değil, zorlukla yazılırdı gönlümüze.
Farklı illerden, farklı köylerden gelmiştik. Renklerimiz, lehçelerimiz, hatıralarımız başkaydı.
Ama burada hepimiz aynı renge boyandık: sabrın ve vefanın rengine.
Çokluktan birliği doğurduk.
Birbirimizi tamamladık; eksiklerimizi yoklukla değil, kardeşlikle doldurduk.
> Gözyaşından dökülen vefa, kalpte kök saldı.
Gün geldi kalbimiz daraldı, gözlerimiz doldu.
Ama akşam olup da o dar hücreye dönünce, soğuk duvarlar bile bizi birbirimizden uzaklaştıramadı.
Çünkü medrese, sabrı öğretmeden ilmi öğretmezdi.
Çünkü burada kardeşlik, kitaplardan değil; suskunluktan, sabırdan, vefadan doğardı.
Evet, bunu da bir eğitime dönüştürmüştü medrese.
Çünkü kimimiz pişman olup özür dileme erdemini öğreniyorken kimimiz de affetmeyi.
Küstüğümüz Günler Bile Vefaya Dahildi
Kızdığımız........
© Mardin Life
