İmandan retoriğe…
"Gerçek düşünce, yalnız hakikate değil, kendi geçmişine de sadakat gerektirir.”
İçerik, yerini sürekli sese bıraktığında, kelimeler, anlamdan çok yankı üretmeye başladığında, konuşmak, düşünmenin değil, onun yokluğunun göstergesi hâline gelir. Türkiye, uzun bir zamandır bu sessiz boşluğun gürültüsüyle yaşıyor.
Düşüncenin yokluğu çoğu zaman düşünceye benzeyen şeylerle örtülür. Kavramlarla süslenmiş söylemler, akademik tonlama, retorik cümle oyunları... Bunların hiç birisi düşünmenin yerini tutmaz, yalnızca düşünmeyi taklit eder veTürkiye’de düşüncenin asıl yokluğu, bu taklidin sorgusuzca kabullenilmesindedir. Düşünce, bir etkinlik olmaktan çıkmış, bir enformasyon sunumu hâline gelmiştir. Artık bir şeyin ne olduğu değil, neye benzediği daha çok önem taşır. Felsefi derinlikten çok, felsefi tınıyı çağrıştıran biçimler dolaşımdadır.
Bu biçimselliğin ardında daha derin bir kriz yatar ki o da aklın yalnızlaşmasıdır. Bireysel düşünce hem toplumsal bağlamdan kopar hem de siyasal temsillerin gölgesinde silinir. Kamusal alanda kendi başına düşünen bir birey, sistemin sunduğu kalıplara uymadığı anda hızla kategorize edilir: “yandaş”, “hain”, “sekülerist”, “yobaz” ya “Batıcı” ya da “köksüz” … Bu siyah-beyaz gramer, düşüncenin hakikat arayışı yerine taraf belirleme işlevine hizmet eder.
Genç bir akademisyen, tezinde dinî bir figürü ele alırsa “muhafazakâr”, Batı felsefesiyle ilgilenirse “aydınlıkçı” olarak etiketlenir. Sosyal medyada yolsuzluklara dair bir eleştiri yapan kişi, hemen “muhalefet yandaşı” ilan edilir. Üniversite ortamında ideolojiler üstü bir dil kurmaya çalışan biri ise çoğu zaman “belirsiz” ya da “kurnaz” olmakla itham edilir. Oysa bu bireyler yalnızca düşünceyi, ait olduğu çevresel çerçevenin ötesine taşıma niyetindedir.
Türkiye’de hâkim olan refleks, düşünceyi içeriğiyle değil, kaynağıyla yargılamaktır. Bir söz dile gelmeden, onu söyleyenin kim olduğu üzerinden........
© Karar
