menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İmparatorluktan sömürge cumhuriyete geçiş, Batıcılık, Türkçülük ve İslamiyet | Özgür Demirci

14 0
27.09.2025

Kapitalist-emperyalizm, sömürgeler ve emperyalist devletlerden oluşan bir yapıdır; bu şekilde işleyişini sürdürür. Bu süreğenlik içerisinde emperyalist devletler arasında tekelci rekabet tüm şiddeti ile sürerken, emperyalist kamplar, ittifaklar bir süre sonra bozulmak üzere yeniden ve yeniden oluşmaktadır. Sömürge devletler ise emperyalist efendilerinin proje, programlarını uygulamak ile yükümlü, ait olduğu sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda, kendisine verilen görevi gerçekleştirirler.

Bugün sömürge olan İsrail devletinin, katliamcı ve soykırımcı sınır tanımazlığı, İsrail halklarının çıkarını mı, ABD’nin paylaşım savaşımı içindeki çıkarlarını mı korumaktadır? İsrail devleti aldığı bu konuma öylesine uyum sağlamıştır ki, günlük bilinçle bakan bir kişi, ABD’yi İsrail lobilerinin yönettiğini bile düşünebilir.

Ancak başına ABD’nin geçtiği ve kapitalist-emperyalist düzenin yeniden şekillendiği II. Paylaşım Savaşı sonrası süreçte, İngiltere’nin Osmanlı’dan ele geçirdiği bu toprakları, İsrail devletinin kurulması üzere gönüllü bir şekilde terk etmesi, Ortadoğu’da komünizmi sınırlamak ve emperyalizmin petrol sahalarının koruma altına alınması için değil midir?

Eğer İsrail’in bugünkü sınır tanımaz soykırım ve yayılmacılığı için Yahudilik ile ilgili teolojik ya da ülküsel motivasyonlar aranıyor ise hatırlanmalıdır ki Yahudiler Osmanlı’da, Çarlık Rusyası’nda ve Avrupa’da yaşıyorken de Tevrat’a inanıyorlardı. Tevrat o gün onlara, içinde var oldukları toplum içinde barış içinde yaşamayı, dinlerine sıkı sıkı bağlanmayı ve ayrı bir devlete gerek duymamalarını emrederken, aynı Tevrat neden bugün soykırım ve işgal emretmektedir?

Hem ABD hem de İsrail devleti, İran devleti ile dahi kıyaslanamayacak derecede, gerici yobaz ve kökten dinci bir ideolojiye sahiptir. Ve İsrail devletinin mutlaka dinsel ve ülküsel dürtüleri vardır ancak ulusal çıkarlar adı altında dökülen bu ideolojik sos en başta İsrail halklarını ikna etmek için gereklidir.

İsrail devletinin kökten dinci ve gerici, yobaz bir karaktere sahip olması, ABD’nin bir ileri karakolu olduğu hattâ ABD ordusuna bağlı bir kolordu gibi davrandığı gerçeğini değiştirmez. İsrail devleti ABD’nin Ortadoğu’da tesis edilmiş büyükçe bir askerî üssüdür. Bu görevine sadık olduğu sürece de ne demokrasi, ne insan hakları, ne de bir başka nedenle sınırlanmayacaktır. İsrail devletini sınırlandıracak tek şey bölgemizde gerçekleşecek bir sosyalist devrim olacaktır.

Lenin Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm çalışmasında, emperyalizmi tarif etmek için, üretim ve sermayenin yoğunlaşması, yani tekelci hâkimiyetin belirleyiciliği, sanayi sermayesi ile finansal sermayenin içi içe girmiş olması, sermaye ihracı, dünyanın pazar olarak paylaşılmış olması, dünyanın teritoryal (jeopolitik) olarak paylaşılmış olmasını işaret eder. Bu beş madde bir sistemin temel bileşenleri ve bu bileşenlerin birbirleri ile ilişkilerini tarif etmek için verilir. Yani bir emperyalizm cetveli vermez.

Örneğin Rusya ve Çin’in diğer ülkelere DYY (doğrudan yabancı yatırım) aktarması, bu ülkeleri emperyalist yapmaya yetmiyor. Aynı mantıkla, sermaye ihracı temel alındığında, ABD’ye en fazla DYY yapan ülke Kanada’dır ve bu noktadan hareketle, ABD Kanada’nın sömürgesi gibi görünebilir.

Kapitalist emperyalizm, iktisadî ve siyasal olarak bir dünya sistemidir. Bu sistem kendi paylaşım ve sömürgeleştirme mekanizmaları üzerinden yükselmektedir. Savaş, siyasetin farklı araçlar ile devamıdır ve emperyalizm savaşsız var olamaz. Yani Lenin’in işaret ettiği dünyanın pazar olarak ve teritoryal olarak paylaşımı, emperyalist paylaşım savaşımı dışında yeniden düzenlenemez.

Kurulu düzen bozulmadan bir başka düzen onun yerine geçemez. Buradan çıkışla, hiçbir sömürgenin herhangi bir kalkınma modeli ile bağımsız hâle gelemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir kapitalist ülkenin, dünya sistemi olan kapitalist-emperyalist sistem içinde bulunduğu yeri kendi iç dinamikleri üzerinden belirlemesi mümkün değildir.

Sömürgeden bağımsızlığa, bağımsızlıktan emperyalizme bir evrim yoktur. Bu anlamı ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın, daha iyi sömürge olmaktan başka bir anlama gelmediğidir.

Mesele, kapitalist-emperyalist sistemin dışında, daha doğrusu karşısında yer alabilmektir. Eğer bu gerçekleşmiyor ise kendinizi istediğiniz kadar ulusalcı, anti-emperyalist olarak tanımlayın, sonuç değişmeyecektir. “Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diye konuyu özetliyor Henry Kissinger.

Aynı İsrail’in kuruluşu örneğinde gördüğümüz gibi, orada bir ileri karakola ihtiyaç duyan kapitalist emperyalizm, Akdeniz’de büyükçe bir uçak gemisi ya da füze rampasına ihtiyaç duyduğunda, “Kıbrıs, Kıbrıs halklarına bırakılamayacak kadar önemlidir,” diyecektir. Bunun anlamı ise Akdeniz’de de Kıbrıs halklarının her barış ve özgürlük talebinin, daha fazla kan ile karşılık bulması olacaktır. Bugünlerde adaya yapılan yığınak ve tahkimat gözden kaçırılmamalıdır.

Milli menfaatler mevzubahis olduğunda, gerisi teferruattır. Bu yazının konusu ise işte bu geride kalan teferruatlardır.

Bir teferruat olarak kırmızı kazağı ile Bodrum kıyılarında 6 yaşında can veren Aylan Kurdi, aslında Suriyeli bir Kürt teferruat olarak ölürken, bundan fazla değil 150 yıl önce Suriye’den Bodrum’a gelseydi, bir kaçak değil, kendi toprağında dolaşan bir çocuk olacaktı ve eğer Ege adalarına geçmeyi başarabilseydi, yine kendi toprağında özgürce dolaşan bir çocuk olmaya devam edecekti. Ama öyle olmadı, her devlete bir millet lazımdı ve her devletin teferruatları İngiliz cetveli ile petrol kuyularına göre bir şekilde ayrılmış oldu.

Milliyetçilik sınıflara göre bölünmüş kapitalist toplumu, ulus temelinde ele alarak zaten bilimsel gerçekliği eğip bükmektedir. Ancak konu tarihsel, toplumsal temelde ele alındığında görülecektir ki, milliyetçilik aslında kendi toprağına ve kendi toplumuna ihanet etmenin en kestirme yoludur.

  • Mehmet, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantiniyye’yi fethetmeye karar verdiğinde, bir şehri değil, Roma İmparatorluğu’nu fethetmeye karar verdiğini biliyordu. Bunu fetihten hemen sonra kendine Kayzer-i Rum demesinden anlayabiliyoruz.
  • Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya, ister Büyük İskender’in fethettiği coğrafyadan, ister Roma İmparatorluğu haritasından, isterseniz de Osmanlı izdüşümünden ele alın, her seferinde içinde yer aldığımız bölgemiz, uygarlığın merkezine oturan bir bütünlük olarak ortaya çıkaracaktır. Bunu ister dinler tarihinden, isterseniz fetihler tarihinden, isterseniz de medeniyetler tarihinden yola çıkarak ele alın, sıklıkla Mısır ve Hindistan’ı kapsayan ve bazen de olduğu gibi Kuzey Afrika’yı yani Mağrip’i kapsayan coğrafî, kültürel bir bütünlüğe ulaşmış olursunuz. İşte tam da bu sebeple Aylan Kurdi zaten kendi topraklarında dolaşırken ölmüş oluyor.

    Doğu-Batı çelişkisi adı verilen ve kendini hem İmparatorluk Roması’nın idarî örgütlenmesinde ifade eden, hem de Ortodoks ve Katolik ayrımında ifade eden ayrım, asla Hıristiyan ve Müslümanlık olarak ortaya çıkmamıştır. Bu ayrım Konstantin’in Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkentini İstanbul’a taşıması ile başar.

    Roma İmparatorluğu’nu bir arada tutabilmek için her bölgede kendi tanrısı olan paganlık değil, soyun anneden yürüdüğü ve dâhil olmak için pek çok şartın gerektiği Musevilik değil, aslında bir mazlum olarak çarmıhta can vermiş olan İsa’nın dini çok daha elverişli görünecekti. Konstantin her ne kadar kendisi bir pagan olarak ölmüş olsa da, bugünkü Hıristiyanlığı İznik’te inşa etmiş olan kişidir. İznik Konsilinde atılan temeller sayesinde Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’ndan belki de bin yıl daha fazla yaşayacaktır.

    Ortodoks ve Katolik ayrımı basit bir ayrım değildir ve Katolik Haçlı orduları Kudüs’ten önce İstanbul’u tam bir truva atı hilesi ile yerle bir edecek ve hiçbir kutsallığa saygı göstermeden değerli gördüğü ne varsa yağmalayacaktır. Fetih sırasında Doğu Roma ordusunun başkomutanı ve Konstantinopolis’in en zengin kişisi olan ve servetini şehrin savunmasında harcamaktan çekinmeyecek olan Lukas Notaras “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense, Türk sarığı görmeyi yeğlerim,” diyebilmiştir. Çelişki bu kadar köklüdür. Bir yanlış anlama olmaması için, Notaras’ın fetihten sonra 10 yıl boyunca gerilla savaşı ile şehrin direnişini devam ettirdiğini ve bu direniş sırasında can verdiğini belirtelim. Yani ortada hiçbir şekilde Osmanlı taraftarlığı yoktur. Doğu’nun zenginliğinin, Batı’nın yağmacılığına karşı direnişi vardır.

    Fatih Sultan Mehmet’in bu nesnelliği tamamen doğru okuduğu kesindir. Çünkü Roma’nın devamcısının Ortodoks ya da Müslüman olması eğer Roma’nın bütünlüğü korunabilirse çok da önemli değildir. Gerçekten de Papa II. Puis, II. Mehmet’in Hıristiyan olması şartı ile Şark’ın ve Greklerin imparatoru unvanını vereceğini ilan etmiştir. Bu arada bütün İslâm teamüllerinin karşısında yer alarak, elinde tuttuğu bir gül ile kendi portresini çizdirmiş olan II. Mehmet’in dinini tartışmak bizim açımızdan çok da gereli değildir. Ancak Roma İmpratorluğu’nun devlet örgütlenmesini neredeyse tamamen içerecek şekilde yapılandırdığı Osmanoğlu beyliğini bir imparatorluk hâline getirebilmesi, II. Mehmet’in bilincini ve ufkunu göstermesi açısından önemlidir.

    Söz konusu imparatorluk, Fas’tan Yemen’e, Yemen’den Tiflis’e, Tiflis’ten Budapeşte, Macaristan’a kadar alanı olan, bu coğrafyadan beslenen ve bu coğrafyayı etkileyen fetihçi bir imparatorluktur. Ve fethettiği alandan çok daha geniş bir alana yayılmış olan etkisi üzerinde durmak çok da gerekli değil ama Viyana kahvesinin, Kanuni’nin Viyana yenilgisi sırasında bıraktığı kahvelerden çıktığı söylencesini ya da İtalya’da hayranlıkla Osmanlı gibi giyinen ve bu sebeple yoksul halk tarafından Osmanlı paşası zannedilerek linç edilen soylulardan bahsetmeden geçmeyelim. Bölgede yaşayan halkaların birbirine entegrasyonu, birbiri ile etkileşimi imparatorluğun sağladığı nesnellik üzerine gerçekleşmiştir. Suriye’nin humusu ile Balkan’ın rakısının aynı masada buluşması bu nesnellik üzerinde vücut bulmuştur.

    Burada mesele bir bey sarayı ve onun askere hazır tuttuğu tebaası, bir-iki cami, medrese, hamam ve kadılıktan müteşekkil külliye ile tesis ettiği ve aldığı vergi ve elde ettiği devşirmelere bakan yüzeysel bir egemenliği yüceltmek değildir. Osmanlı pragmatisttir.

    Viyana’ya İslâm’ı götürmek için seferlere çıkan Osmanlı, Fatih ilçesinde Samatya’nın, Kumkapı’nın, Yedikule’nin İslâmlaşması ile çok şükür ki hiç ilgilenmeyecektir, zira bu semtlerin İslâmlaşmasında Osmanlı’nın menfaati yoktur.

    Ancak imparatorluk hâline gelirken, Roma mirasını teslim almayı hedefleyen bir ufuktan, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasına gelmek gerçekten acınasıdır ve bu trajedide komediye yer yoktur. Katliamlar kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın, bu devletin kendi halklarına kusturduğu acının tarifi yoktur ve komedi burada yer bulmaz.

    Bölgemizde kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadele eden bir devrimcinin, Lozan ile çizilmiş sınırlar üzerinden kendini sınırlaması tarihsel, toplumsal derinliği yitirmenin açık bir itirafıdır. Bölgemiz ve dünya ile ilgili kapitalist-emperyalizmin çizdiği sınırları aşamamak, ufuk darlığıdır.

    Bugün insanlar cenazelerini nasıl kaldıracaklarını, düğünde nasıl dans edeceklerini bilmiyorlarsa, bu, insanların, kökü olmayan, tarihi, geleneği olmayan ahlâkî değerlerin yüz yıllık deneyimleri değil anlık çıkarları yansıttığı bir köksüzlüğe, yüzeyselliğe mahkûm olmasındandır.

    Çünkü ister Rum, ister Ermeni, Kürt, Çerkes vb. bir halktan gelen ve varlığını devam ettirmek isteyen her aile kökünü hiçbir fikri olmadığı Orta Asya’ya dayandırmak zorunda kalmış, soyadı olarak Öztürk vb. almıştır. Roma’dan gelen ve Osmanlı’da devam eden binlerce yıllık gelenek yerini korku, biat ve kişiliksizleşmeye bırakmıştır. Bu olağanüstü bir fakirleşmedir ama olsun Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.

    Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, halifeliğin ve patrikhanenin birlikte yer aldığı bir şehirde, bu etki alanını bir kenara bırakarak, kendi içine dönmenin ve kendi halklarına kan kusturmanın burjuva anlamda bile karşılığının olmadığı kesindir.

    Bu davranış bir burjuva egemenin değil, itaatkâr bir sömürge hizmetkârının eseri olabilir ancak. Bu anlamı ile Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diyerek kendi içinde halklarına kan kusturan kâhyalar, II. Mehmet ile tamamen zıt konumlara yerleşirler. Fatih imparatorluğu temsil eder, bunlar sömürgeleşmeyi. Fatih egemenin ufkunu gösterir, bunlar hizmetkârın itaatkârlığını.

    İmparatorluktan sömürgeye geçiş sürecinde Osmanlıcılıktan İslâmcılığa, İslâmcılıktan ise Türkçülüğe geçiş bir serbest düşme hareketi değildir. Küçük Kaynarca Anlaşması ile başlayan ve 1923’te tamamlanan sömürgeleşme süreci tüm dünyayı içine alan sınıf savaşımı ve I. Paylaşım Savaşımı altında şekillenmiştir.

    Bugün sürmekte olan emperyalist pazar paylaşımının, ülkemizde bir kâhyalar savaşı olarak varlık bulduğunu gözlemlemekteyiz. Bu paylaşım savaşımının, devletin ve toplumun her kurumuna sızmış ve şekil vermiş olduğu çıplak gözle görülebilir hâldedir.

    Rant, yağma, savaş, toplumun bütün gözeneklerine işlemiştir ve en ufak siyasi gelişme, patlamış lağım borusundan çıkarcasına, tüm aydınından........

    © Kaldıraç