Mütemmim Rıza ve Kezban
YOKSUL bir aileye doğmuştu. Beş ağabeyin küçüğüydü. Kız çocuklarına önem verilmeyen bir çevrede en küçük kardeş olmanın ekstra bir zorluğu söz konusuydu. Her iş ona yükleniyordu. Sabahın erken saatlerinde herkesten evvel kalkıyor ve gecenin ilerleyen vakitlerine kadar canını dişine takarak çalışıyordu ama anne babası dahil kimseye yaranamıyordu.
Öz şefkat yoksunluğu söz konusuydu ve empatinin ilk harfinin kokusu bile duyulmuyordu. Affedicilik ise ailenin dış avlu kapısından dahi girmemişti.
…
KEZBAN tüm bunlara rağmen ortamı iyi yönetmeye çalışıyordu. Bir nevi gizli muhtar veya kâhya gibiydi. Ancak bunu ustaca bir stratejiyle yapmak zorundaydı zira kimse evin en küçüğü bir kızdan emir almayı kabullenmezdi. Bunu zül sayarlardı. Kendilerine yediremezlerdi. Bu sebeple Kezban yönetiyor görünmeden yönetmeye mecburdu. Her işi vaktinde ve başarıyla yapmasıyla bu sonucu alıyordu ancak sıklıkla tükenmişlik sendromuna yakalanıyordu.
Üzüntü ve sevinci genellikle aynı anda iç içe yaşıyordu ancak üzüntü sağanak gibi üstüne yağarken sevinci kendisi üretmek zorundaydı. Evde kimse yoksa kendisine yaptığı şekersiz bir kahve eşliğinde Musa Eroğlu’nun dilinden şöhrete kavuşan “Bana yazdan bahardan/ Bana ne borandan kardan” türküsüne tutunarak takmamama çalışırdı. Güya sıkıntılarını kovuyordu. Avunuyordu. Sevinci bundan ibaretti. Bir de bahçede yetiştirdiği güllerle kendince yaptığı gizli hasbihali vardı. Hepsi bu kadardı.
…
OKUMAYI severdi Kezban ama evde okumak yasaktı. Zaten okula gönderilmemişti. Kendi gayretleriyle bir günah işler gibi tenhalarda bulduğu dar vakitlerde okumayı sökmüş ve ilerletmişti Ele geçirdiği kitapları yine samanlıkta iş görürken kendinden çaldığı zamanlarda yapardı. Romanları tercih ederdi zira burada kendini bazı kahramanlarla özdeşleştirir ve bambaşka bir hayata adapte ederdi. Samanlıktan gözleri kızarmış vaziyette çıkana kadar sürerdi hepi topu.
…
KIPKIZIL saçları vardı. Güzel ve alımlıydı. Yürüyüşü dikkat çekiciydi.........
© İstiklal
