Yamalı Haşa
Zeynep Gelin, Ahmet Efendi’nin ikinci oğlu Osman ile kaçarak evlenmişti. Osman, derme çatma, kulübeden hallice iki göz odayı baba ocağına dayamıştı. Kendilerine kurdukları bu küçük yuvada çok çalışacak, geçinip gideceklerdi. Köy yerinde yapılacak çok iş yoktu, mecburen herkes gibi keçi, koyun, inek bakacaklar, çiftçilik yapacaklardı. Zeynep Gelin hamarattı, halı dokumasını ve dikiş dikmesini öğrenmişti. İsteyen olursa elbise dikiyor, üç-beş kuruş kazanıyordu. Zahmetlerinin karşılığı her zaman para olarak dönmezdi. Bazen dünyanın en eski alışveriş yöntemi olan takasla olurdu. Biraz yağ, çökelek, belki toz şekerin yanına iliştirilmiş el emeği bir dokuma bağacak… Belki de bir sağrak (1) buğday. Nasipte ne varsa o gelirdi eline. Ahmet Efendi, çocuklarına ekip biçsinler diye yer göstermişti. Osman ile Zeynep Gelin, borca girip kendi paylarına düşen yarım dönüme yakın tarlaya iki çatı naylon sera yapmışlardı. Hemen yanlarında Osman’ın abisi Tahsin’in serası vardı. Onunki dört çatıydı. Tahsin abinin kayırıldığını cümle âlem bilirdi ama Osman ailesine bir şey diyemezdi. Tarla onun değil, babasınındı. Ahmet Efendi dilediğine, dilediği kadar verirdi. Vermeyebilirdi de. Babasının verdiği kadarına razı olmalı, bulduğuna şükretmeliydi.
Osman, serasına bu kış için domates ekmeye karar verdi. Emek dolu, umut dolu bir yolculuk için hazırlıklar erkenden başladı. Yazın sonunda badem ağacının altındaki otlar temizlendi, yer meşrefeyle (2), kürekle sıyrılarak düzleştirildi. Hazırlanan yere dağlardan getirilen kırmızı toprak döküldü. Toprağın içine gübre eklendi. Küreklerle karıştıra karıştıra harmanlandı; harmanlanan toprak iki-üç gün boyunca sulandı. Böylece harç kıvamına gelen toprağın harareti alınmış oldu. Toprak tavlanınca, çoluk çocuk kim varsa işe koyuldu. Yığının etrafına oturan çocuklar arasında yarış başlatılıp, onlar da işe ortak edildi. Küçük eller, küçük keselere toprak doldurup kenara dizmeye başladığında bir gözleri kendi keselerinde, diğer gözleri ise rakiplerin keselerinde olurdu. Büyükler doldurulmuş keseleri yoklayıp az ya da çok dolduranı uyarırdı. Çocukların neşe içinde iş yapmayı öğrendiği, işi kavradığı fırsatlardı bu anlar. Keselere çıtır ekilirdi. Daha önceden ıslatılarak çimlendirilmiş tohumların topraklı küçük kasalara göçürülmesiyle elde edilen iki-üç yapraklı fidenin bu formuna çıtır derlerdi. Çimlendirme ise tam bir seremoniydi. Zeynep Gelin’in kayınvalidesi her gün kat kat örtünün içine konulan gazeteyi açar, içine serpilmiş tohumlara ekmek sular gibi su çilerdi. Büyük bir özenle açılan her kat yine özenli bir şekilde tek tek dürülür ve sıcak bir yerde muhafaza edilirdi. Çocuklar dayanamaz, gizli gizli tohumların üstünü açar, nineleri gibi tohumlara su çilerlerdi. Ne hikmetse hiç yakalanmamalarına rağmen ev halkı, onların ne yaptığını bilirdi. Belki de bu merak, gizli gizli yapılan bu iş, çocuklara anne babalarından mirastı. Belki de tohumların suyu fazlaydı ya da örtüleri nineleri gibi katlayamıyorlardı. Nasıl oluyordu anlayamadılar ama her defasında yakayı ele veriyorlardı.
Domateslerin seraya ekilme zamanı geldi çattı. Sera gönen edilmişti. Toprak tavlanınca süreceklerdi. Çirpi (3) çekilip fidelerin yalağını kazacaktı. Yalakların içine de yarım kürek kadar gübre koyacaklardı. Yeri hazırlanan fide kesesinden çıkartılarak toprağa emanet edilecekti. Can suyunu da verdiler mi geriye sadece şükür ve tevekkül kalıyordu.
Gübre çuvalları komşu köyden iki devenin sırtında gelmişti. Zeynep Gelin gübre doldurmak için Osman’ın........
© İnsaniyet
