menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Nihat Altan yazdı | ‘Müzakereci demokrasi’ üzerine

12 1
08.10.2025

Modern çağın en kutsal siyasal miti haline gelen “demokrasi”, bugün artık kendi kabuğunda çürüyen bir ritüele dönüşmüştür. Bir zamanlar özgürlük, katılım, yurttaşlık ve eşitlik idealleriyle yüklü olan bu kavram, 21. yüzyılın jeopolitik haritasında içi boşaltılmış, anlamsızlaştırılmış ve pazarlama nesnesine indirgenerek bir “etiket” haline getirilmiştir. “Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” (Abraham Lincoln) olarak tanımlanan demokrasideki halk düşmüş, “demokrasi”, bir avuç oligarkın meşrulaştırıldığı bir temsil sahnesine dönüşmüş durumda.

Oy vermek sistemin kendi meşruiyetini yeniden üretme törenine, yurttaşlar, yalnızca seçim dönemlerinde hatırlanan ancak sonrasında sessizliğe mahkûm edilen figüranlar olmuştur. Politik olanın yerini, yönetsel teknikler, halkın taleplerinin yerini, sermayenin gereksinimleri; müşterek aklın yerini ise algoritmalar, anketler ve medya manipülasyonları alarak, meşruiyet değil, yönetim tekniği öncellenmektedir.

Temsili sistemlerin prosedürel indirgemeciliğine sıkışarak meşruiyet krizleri yaşayan günümüz “demokrasi” pratikleri, özellikle Türkiye gibi ülkelerde halkın egemenliği için değil, halkı yönetilebilir hale getirmek için tasarlanmış bir mühendislik projesi olarak işlemektedir. İktidar, müzakerenin değil; lobi ağlarının, sermaye odaklarının, tarihsel korkuların ve ideolojik aygıtların gölgesinde şekillenmektedir.

Yurttaşın kamusal akıl yürütme kapasitesini geliştirmeyi değil, onu tüketici davranışlarına indirgemeyi hedefleyen bu “demokrasi”, kamunun oluşturduğu bir irade değil, medya aracılığıyla inşa edilen algılar dünyasına evirilmiş, siyasal olan teknokratik olanla ikame edilerek, politika ahlaki bir eylem değil, bir pozisyon alışa dönüşmüştür.

Fakat temsili sistemlerin giderek işlevsizleştiği, kamusal alanın daraldığı ve siyasal katılımın simgesel hale geldiği bu çağda, demokrasiye dair yeniden düşünmek ve nasıl bir demokrasi, nasıl bir kamu, nasıl bir yurttaş ve nasıl bir katılım? sorularına cevap aramak zorundayız.

Her geçen gün büyüyen ve hayatımızın her anına, varlığımızın her hücresine nüfuz edip kontrol altına almak isteyen ve bunu “demokrasi” adı altında yapan iktidarlara karşı gerçek demokrasiye dair yeni bir tahayyül geliştirmek hem birey ve hem de toplum olarak yaşamsal bir gereklilik olmuştur. Demokrasiyi bir prosedürler dizisi değil, kamusal aklın kolektif inşası olarak düşünüp ele almak ve yeniden inşa etmek bu tahayyülün ilk adımı olabilir!

Müzakereci demokrasi

Bu yeniden tahayyülün en sağlam kuramsal temellerinden biri, Jürgen Habermas’ın “müzakereci demokrasi” teorisidir. Habermas, demokratik meşruiyeti yeniden kurmanın yolunu, yurttaşların akılcı, özgür ve eşitlikçi bir iletişimle buluştuğu kamusal alanın inşasında bulur. Ona göre demokrasi, ne sadece sandıktan çıkan sayısal sonuç ne de hukukun soyut üstünlüğüne indirgenebilir. Gerçek meşruiyet, ancak kamusal alanda yürütülen akılcı, özgür ve eşit tartışmalarla doğar.

Habermas’ın bu yaklaşımı, demokrasinin prosedürel yanını yok saymadan onu daha derin bir iletişimsel ve etik zemine taşır. Bu teori, tarihsel köklerini Antik Yunan’da Atina’daki yurttaş meclislerine (ekklesia) dayandırır; burada, özgür erkekler –köleler ve kadınlar hariç tutulsa da– kamu meselelerini doğrudan tartışarak karar alır, delibere* etmenin erken bir biçimini sergilerdi. Benzer şekilde, 18. yüzyıl Amerika’sında Iroquois (Haudenosaunee) Konfederasyonu’nun “Büyük Barış Yasası” (Kayanerenkó: wa), kabile temsilcilerinin uzlaşmacı müzakerelerle federatif bir yapı kurmasını sağlayarak, yerli toplumların delibere demokrasisinin güçlü bir örneğini sunan bu model, Amerikan Anayasası’nın tasarımına ilham vermiştir.

Kamusal alan

Habermas’ın felsefesinde “kamusal alan”, demokrasi teorisinin tam kalbidir. 1962’de kaleme aldığı “Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi” adlı eserinde (Çev. Tanıl Bora-Mithat Sancar, 2015, İletişim Yayınları), kamusal alanı bireylerin siyasal iktidardan bağımsız olarak toplandığı, kamu yararını tartıştığı ve ortak akıl ürettiği bir arena olarak tanımlar. Ne var ki bu alan, zamanla ticarileşmiş, medya tekellerinin hâkimiyetine girerek eleştirel rasyonalitesini kaybetmiştir. Yine de Habermas, bu kaybın geri döndürülemez olmadığını vurgular. Zira demokratik meşruiyet, devletin iç kurumlarından değil, dışındaki kamusal tartışmalardan ve ortak karar alma süreçlerinden kaynaklanır.nihat

Habermas için kamusal alan, salt bir mekândan öte, iletişimsel aklın doğduğu sahnedir. Burada yurttaşlar, kişisel çıkarlarını aşarak ortak iyiye odaklanır; argümanlarını paylaşır, eleştirir, dönüşür ve dönüştürür. Bu dinamik, bireyleri sadece politik özne olarak değil, etik varlıklar olarak da yeniden şekillendirir. Tarihsel bir paralellikte, 20. yüzyıl Alaska’sındaki Yup’ik yerli topluluklarında, köy meclisleri (qaspeq) üzerinden yürütülen delibere süreçler, topluluk kararlarını müşterek tartışmayla şekillendirerek, Habermas’ın idealize ettiği iletişimsel eylemin somut bir yansımasını verir –burada, yaşlılar ve gençler eşitlikçi bir diyalogla balıkçılık haklarından adalet sistemine kadar uzanan meseleleri çözerdi. Benzer biçimde, 1970’lerden beri Almanya’daki “Planlama Hücreleri”, rastgele seçilen vatandaşların bilimsel ve etik konularda (örneğin nükleer atık yönetimi) haftalarca delibere ettiği mini-meclisler olarak, modern kamusal alanın........

© İlke TV