menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir cinayetten bir kadının özgürlüğüne uzanan paralel hayatlar

11 1
18.11.2025

İnsanlar bazen duygularıyla hareket ettiklerini düşünür ve belki de bu duygular, kendilerine verdikleri cezalardır. Yani duygusal davranışları, kendi içlerinde kendilerini mahkûm etme hâline dönüşebilir. Peki duygular düşünceden bağımsız olabilir mi? Sanmıyorum. O hâlde insan buna neden ihtiyaç duyar? “Kendiniz olmaktan yorulduğunuzda, kendinizi kaybedeceğiniz bir yere ihtiyaç duyarsınız.” sözünün kime ait olduğunu bilmiyorum ama bu ifade bizi duygusal zekâya götürür. Çünkü duygusal zekâ, kişinin hem kendi hem de başkalarının duygularını anlamasını sağlar. Ayrıca düşüncelerin duygulara, doğru ya da yanlış anlamlar yüklemesi, duyguların gerçekliğini kavramayı zorlaştırır.

Yönetmenliğini ve senaristliğini Maite Alberdi’nin yaptığı Paralel Hayatlar (El lugar de la otra) filmi, bunun bir derece üstüne çıkar ve o duygunun nasıl yaşandığını tam anlamıyla bize sunar. 1955’te Şili’de, Francisca Lewin’in canlandırdığı ünlü yazar María Carolina Geel, sevgilisinin kendisinden ayrılmak istemesi üzerine, Santiago’daki Hotel Crillón’un yemek salonunda herkesin içinde onu tabancayla vurarak öldürür ve bu olay tüm ülkeyi sarsar. Filmin ayakları bu gerçek cinayetle sağlamlaştırılmış olsa da anlattığı kesinlikle bir cinayet değil. Cinayetin gizeminde bir hayatın sorgulanması, varoluşun kadın duygularında nasıl yer tuttuğu ya da bir kadının bakış açısından ayrıntılandırarak Geel’in gerçek hikâyesiyle paralellikler kurmasından doğuyor.

Davayı yürüten hâkimin ekibinde yer alan genç ve sağduyulu hukuk asistanı Elisa Zulueta’nın canlandırdığı Mercedes karakteri, yazarın kişiliği ve hikâyesinden etkilenir. O sadece Geel’in dairesini teftiş etmek üzere gönderilmiştir oysa. Ancak yazarın etrafındaki gizem Mercedes’i karşı konulmaz bir şekilde büyüler. Bu gizemli kadının hayatına daldıkça, kendi yolculuğunu, kimliğini ve ataerkil bir toplumda kadınların statüsünü sorgulamaya başlar. Büyülenme ve saplantı arasındaki çizgi giderek belirsizleşir ve Mercedes’i derinden sarsar. Mercedes artık varoluş sorgulamalarında diğerinin yerini alır, yaşamda da onun gibi olmaya çalışır. Onun hikâyesi, muhafazakârlığın hâlâ etkisini sürdürdüğü bir toplumda kadınların rollerini keşfederken bizi sosyal ve kişisel ikilemlere götürür. Duygularının izleyicisi midir Mercedes, düşüncelerinin yönlendirdiği duyguların izcisi midir? Film boyunca bunu da yaşıyoruz karakterin sancılı kişilik karmaşasında.

İçe dönük anlatımın yoğunluğunda 1950’ler Şili’sini düşündüğümüzde toplumsal cinsiyet rollerinin bu şekilde ele alınması filmi benzerlerinden farklı kılıyor. Maite Alberdi’nin bu inceliği, basit bir cinayet davasını katı bir toplumsal bağlamda kimliklerin sorgulanmasına dönüştürmesi bir başarı. Birbirinden çok farklı, neredeyse yolları hiç kesişmeyen bu iki kadın; cesur katil ve çekingen hukuk asistanı arasındaki beklenmedik duygudan doğan ilişki,........

© İlke TV