İsrail’in Filistin İşgali ve Soykırımının Hukuki Sonuçları
GİRİŞ
İsrail’in Filistin topraklarındaki askeri işgali ve Gazze’de devam eden operasyonlarına ilişkin soykırım iddialarının uluslararası hukuk bakımından sonuçları, hesap verebilirlik mekanizmaları ve yargı süreçleri çok boyutlu tartışmalara konu olmaktadır. Bu tartışmalar, tarafların hak ve iddiaları açısından kaçınılmaz olarak subjektif değerlendirmeler de içermektedir. Bununla birlikte, Filistin’in uluslararası hukukta devlet statüsüne sahip olduğu, ancak iç egemenlik yetkisinin Oslo Anlaşmaları ve süregelen işgal rejimi nedeniyle önemli ölçüde sınırlandığı görülmektedir. İsrail ise işgalci güç sıfatıyla uluslararası insancıl hukuktan doğan geniş kapsamlı yükümlülükler altındadır. Ne var ki, sivillerin korunması, mülklerin tahribi ve yerleşim politikaları bağlamında bu yükümlülüklerin ihlal edildiğine dair ciddi iddialar bulunmaktadır.
Soykırım suçu, özellikle “grubu kısmen veya tamamen yok etme kastının” ispatına dayalı, yüksek kanıt standardı gerektiren karmaşık bir suç tipidir. Ancak Güney Afrika’nın 2023 yılında Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) yaptığı başvuru, Divan’ın verdiği ihtiyati tedbir kararlarıyla davanın hukuken “makul” bir temele dayandığını göstermiştir. Bu karar, İsrail üzerinde diplomatik ve hukuki baskıyı artırmış; Türkiye dâhil birçok devletin davaya müdahillik talebinde bulunmasının önünü açmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki büyük Yahudi soykırımı (der Holocaust) süreci, İsrail Devleti’nin kuruluşunda belirleyici bir tarihsel dayanak olarak görülmektedir. Ne var ki, bugün gelinen aşama bu tarihsel gerçeklikle bağdaşmayan ciddi bir çelişki ve anlamsızlık içermektedir.
Bireysel cezai sorumluluk bakımından, Filistin’in Roma Statüsü’ne taraf olması sayesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Filistin topraklarında meydana gelen olayları yargı yetkisine dâhil etmekte ve soruşturmalar yürütmektedir. Bu kapsamda, üst düzey İsrailli ve Hamas yetkilileri hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlendiği iddiasıyla yakalama kararlarına ilişkin süreçler yürütülmüş; başsavcılık talepleri ve mahkeme kararları kamuoyuna yansımıştır.
Genel çerçevede, bu rapor, İsrail–Filistin meselesinin uluslararası hukukun yaptırım mekanizmaları ve uygulama güçlüklerini gözler önüne seren çok katmanlı bir hukuki sınav niteliği taşıdığını ortaya koymaktadır. Hukuki süreçler yavaş ilerlese de, UAD ve UCM nezdinde alınan kararlar ve yürütülen soruşturmalar, uluslararası hukukun bu tür çatışmalarda hem devletlerin hem de bireylerin eylemlerini sorgulama ve sorumlu tutma kapasitesini teyit etmektedir.
İsrail–Filistin meselesi, yalnızca on yıllardır süregelen siyasi bir ihtilaf değil, aynı zamanda uluslararası hukukun temel prensiplerinin sürekli sınandığı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 1967’de başlayan ve günümüze kadar devam eden Filistin topraklarındaki askeri işgal ile son dönemde yoğunlaşan Gazze saldırıları, uluslararası hukukun en hassas ve tartışmalı başlıklarını gündeme taşımaktadır. Kuvvet kullanma yasağı, halkların kendi kaderini tayin hakkı ve uluslararası insancıl hukukun temel ilkeleri bu bağlamda en sık tartışılan konular arasında yer almakta; söz konusu çatışma, uluslararası hukuk düzeninin sınırlarını ve etkinliğini sorgulatan bir örnek teşkil etmektedir.
Bu çalışma, İsrail’in Filistin topraklarındaki eylemlerinin doğurduğu hukuki sonuçları ayrıntılı biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. İnceleme, konunun siyasi tartışmalardan bağımsız olarak, uluslararası hukuk normları ve mevcut mekanizmalar çerçevesinde yürütülmektedir. Bu kapsamda, raporun ilk bölümünde Filistin’in uluslararası hukukta devlet statüsü etrafındaki tartışmalar ele alınacaktır. İkinci bölümde, askeri işgal kavramı tanımlanacak; işgalci gücün sahip olduğu yükümlülükler ile bu yükümlülüklere aykırılık iddiaları ve yerleşim politikalarının hukuki boyutları değerlendirilecektir. Üçüncü bölüm, soykırım suçunun unsurlarına ayrılacak; bu suçun savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ayırt edici yönleri ortaya konulacaktır. Ardından, devletlerin sorumluluğunu konu alan UAD süreci ile bireylerin cezai sorumluluğunu araştıran UCM soruşturmaları kapsamlı şekilde incelenecektir. Çalışmanın son bölümünde ise, tazminat, yaptırımlar ve diğer olası hukuki sonuçlar ele alınarak geleceğe ilişkin öngörüler sunulacaktır.
Bölüm I: Filistin Bir Devlet mi? – Filistin’in Hukuki Statüsü
Filistin’in uluslararası hukuk bakımından devlet olarak nitelendirilmesi, İsrail’in eylemlerinin hukuki değerlendirilmesinde başlangıç noktası teşkil etmektedir. Devletin varlığına ilişkin ölçütler, 1933 tarihli Montevideo Sözleşmesi’nde kalıcı nüfus, belirli bir ülke, etkin bir hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi olmak üzere dört unsurla tanımlanmıştır. Filistin, 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından temsil edilen nüfusuyla “insan unsuru” kriterini karşılamış; 1974 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarıyla FKÖ’nün Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi olarak tanınması bu unsuru hukuken pekiştirmiştir.
1988 tarihli bağımsızlık ilanı, BM Genel Kurulu’nun 43/177 (1988) sayılı kararıyla teyit edilmiş; 2012 yılında BM Genel Kurulu tarafından “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü tanınması ise Filistin’in uluslararası toplum nezdinde devlet olarak muamele gördüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca yalnızca devletlerin taraf olabileceği uluslararası andlaşmalara, özellikle Roma Statüsü’ne katılımı, Filistin’in dış egemenlik unsurunu ve uluslararası ilişkiler kurabilme kapasitesini hukuken teyit etmektedir.
Bununla birlikte, Filistin’in devlet statüsü iç egemenlik yönünden ciddi sınırlamalara tabidir. Oslo Anlaşmaları ve devam eden işgal rejimi nedeniyle Filistin, kendi sınırları üzerinde fiili ve hukuki kontrol yetkisinden mahrum bırakılmıştır. Sınırların idaresi, güvenlik mekanizmaları ve savunma kapasitesinin İsrail’in tasarrufunda olması, Filistin topraklarında ikili bir hukuk düzeninin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Ayrıca mali egemenlik bağlamında, vergi gelirlerinin İsrail tarafından toplanması ve Filistin ekonomisinin İsrail’e bağımlı hale gelmesi, iç egemenliğin etkin kullanımını zedelemektedir.
Bu durum, uluslararası hukukun temel ilkeleri bakımından bir çelişki doğurmaktadır. Zira uluslararası insancıl hukuk, askeri işgalin geçici mahiyette olmasını öngörmektedir. Ancak İsrail’in uzun süredir devam eden fiili kontrolü, çeşitli ikili düzenlemelerle kurumsallaştırılmış ve işgalin geçiciliği ilkesini fiilen ortadan kaldırmıştır. Filistin yönetiminin Batı Şeria ve Gazze’deki siyasi parçalanmışlığı da bu zayıflığı daha görünür hâle getirmiştir. İsrail, bu fiili durumdan hareketle, Filistin’in kendi kendini yönetme kapasitesinin bulunmadığını ileri sürmekte ve işgalin devamını meşrulaştırma yönünde argüman geliştirmektedir.
Bölüm II: Askeri İşgal ve Uluslararası İnsancıl Hukuk
Askeri işgal hukukunun temel amacı, işgal altındaki halkın korunması ve işgalin geçici bir durum olarak kalmasının sağlanmasıdır. Bu bağlamda, işgalci güçlere yönelik yükümlülükler uluslararası belgelerde ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir.
Her şeyden önce, Hague 1907 Kara Savaşları Yönetmeliği (Hague Regulations) md. 42–56, işgalci gücün halkın ve malların korunmasına ilişkin yükümlülüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu düzenlemeler, işgal altındaki bölgelerde yaşayan sivillerin yaşam hakkının, fiziksel bütünlüğünün ve malvarlığının güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. İşgalci güç, işgal ettiği topraklarda yalnızca askeri kontrol sahibi değildir; aynı zamanda o bölgede yaşayan insanların temel güvenliğini temin etmekle sorumludur.
1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi (GC IV) md. 55, işgalci gücün işgal altındaki halka yeterli gıda ve tıbbi malzeme sağlama yükümlülüğünü getirir. Bu imkânın bulunmadığı hâllerde, işgalci güç, insani yardım teşebbüslerini kabul etmek ve kolaylaştırmakla yükümlüdür (GC IV md. 59). Bu yükümlülüklerin ihlali, yalnızca insancıl hukuk bakımından değil, aynı zamanda insan hakları hukuku bakımından da ağır sorumluluk doğurabilir.
GC IV md. 49/6, işgalci gücün kendi sivil nüfusunu işgal altındaki topraklara nakletmesini........
© Hukuki Haber
