menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

"Kalıcı bir aşktan daha güzel bir şey yok"

21 0
17.08.2025

KÜRŞAD OĞUZ - KİT-APP


[email protected]


Tasavvuf, "dünyevi aşkı tatmayan uhrevi aşkı tadamaz" der. Sizce de öyle mi?

Aynı fikirde değilim. Her halükârda, mümkün olan her şekilde sevmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak insanları sevmeden Tanrı'yı sevmek mümkün olmaz. Aynı zamanda, Katolik dininde olduğu gibi, kendini Tanrı'ya adama bahanesiyle dünyevi hayattan uzaklaşmaya zorlamak, bana göre saçmalıktır.

"Mösyö İbrahin ve Kuran'ın Çiçekleri"nde kahramanınız Momo, dünyevi aşkı tadıyor. Ama kafasında soru işaretleri var. Mösyö İbrahim ona şöyle diyor: "Senin aşkın senin. Sana ait. Aşkını reddetse bile onu değiştiremez. Sadece ondan faydalanamaz, hepsi bu. Verdiğin sonsuza dek senindir. Sakladığın ise ebediyen yitmiştir."

Verdiğin sonsuza dek senin olur, sakladığın sonsuza dek kaybolur; Sufizm bu işte. Ama Momo, sevginin ne olduğunu bilmiyor. Çünkü babası onu gerçekten sevmiyor ve annesi de gitti. İlk başta kızlarla birlikte olmak istiyor ama sadece seks için. Ve seks aşk değildir. Sonra aniden, genç bir kıza âşık oluyor. Ve bu aşkla ne yapacağını bilemiyor. Onun için çok büyük bu aşk. Ve Mösyö İbrahim ona şöyle söylüyor: "Güzel olan içinde bu aşkı barındırman." Yürüyüp yürümemesi değil, içinde bu sevginin olması... Bu yeni bir şey Momo için, o buna hiç sahip olmamış. Mösyö İbrahim ona diyor ki: "Başarılı oldun çünkü işini seviyorsun, kızla işe yaramıyor ama başarılı oldun çünkü seviyorsun."

Acısız aşk mümkün mü?

Hayır, sanmıyorum. Bir aşk hikâyesinde her şey iyi başlar. Ancak bunun sürmesi için, aşkın herhangi bir anda hissedebileceğiniz hoşnutsuzluktan daha önemli olduğunu kabul etmeniz gerekir. Aşk uzun vadeli bir maceradır. Kolay olduğu zamanlar sevmek daha kolaydır ve sonra değişirsiniz, başka birini bulursunuz. Öte yandan aynı kişiyi uzun süre sevmek daha büyük bir maceradır. Çoklu maceralar kolaylıktır. Asıl büyük macera o zor anları atlatmaktır... Bir aşk hikâyesinde aşılması gereken çöller vardır. Ama bir vaha vardır ve her zaman o vahaya doğru gitmek gerekir. Bence kalıcı bir aşktan daha güzel bir şey yoktur.

Neden sahip olduklarımızı sevemiyoruz da sahip olmadıklarımızı seviyoruz?

Bu konuda konuşmak benim için çok ama çok önemli ve bu konuyu açtığınıza sevindim. Çünkü üzüntüyü geliştirmek ile neşeyi geliştirmek arasında bir fark var. Üzüntü nedir? Eksikliğini duyduğumuz şeyle olan ilişkimizdir. Her zaman bir şeylerin eksikliğini hissederiz. Para, zaman, güç, bizi terk eden insanlar, ölen insanlar... Neşe nedir? Eksik olanla bir ilişki değil, tam olanla bir ilişkidir. Başka bir deyişle, olanla bir ilişkidir. Bu yüzden neşeyi geliştirmeliyiz, bu da var olduğumuzda var olduğumuz için sevinmek, birlikte olduğumuz insanlarla birlikte olduğumuz için sevinmek, anı yaşadığımız için sevinmek, sahip olduğumuz şeye sahip olduğumuz için sevinmek anlamına gelir. Bu zaten bir şeydir, anlıyor musunuz? Ve en azından burada, Avrupa'da, üzüntüyü neşeden çok daha fazla geliştirdiğimizi görüyorum. Ve insanlar depresyonda. Avrupa'da çok sayıda insan depresyon ilacı alıyor.

Türkiye'de de durum aynı.

Depresyona giriyorlar ya da ağır uyuşturucular, içki ve tütün kullanıyorlar. Eğer neşeyi geliştirirsek, bunlara ihtiyacımız kalmaz. Bence zihinsel bir devrim yapmamız gerekiyor. Eskiler buna bilgelik derdi.
Kitaplarınızda gördüğüm diğer konu da göç. Mösyö İbrahim göçmen. Momo'nun ailesi de. Türkiye'de, Avrupa'da göç şimdi çok daha yoğun. Göç, düşünce şeklimizi nasıl değiştirecek?

Her şeyden önce, her birimizin göçmen bir geçmişi var. Kaçınılmaz olarak göçmen atalarımız var. Bunun farkında olmak önemli. Aynı zamanda, ulus nedir? Bir anlaşmadır. Sınırları olmayan bir ulus yoktur. Ve bana göre sınırlar kesinlikle gereklidir.

Alberto Manguel bana, "Sorun göçmenler değil sınırlar" demişti.

Hayır, katılmıyorum çünkü sınırlara ihtiyacınız var. Aksi takdirde toplumsal bir anlaşma olmaz. Devletin varoluş gerekçesi, kapalı bir grup için barışı, güvenliği ve sağlığı garanti etmektir. Bu yüzden soruna bir çözümüm yok. Ama göçmenlere son derece insani şekilde davranma konusunda ısrarlıyım. En çok gurur duyduğum şeylerden biri de Belçika Başbakanı'nın kitaplarımdan birini okuduktan sonra iltica hakkı ve göçmenlere yönelik muameleye ilişkin reform yasasını yeniden yazmış olmasıdır. Kitaplarımdan birini okumuş ve kendi kendine yasayı mümkün olduğunca insanileştirmemiz gerektiğini söylemişti.
Hangi kitabınız?

"Bağdat'tan Gelen Ulysse." Londra'ya giden bir Iraklı'nın hikâyesi.

Dünyanın yüzde 90'ının geliriyle yüzde 10'unun geliri arasında uçurum var. Böyle devam edebilir mi?
Saf kapitalist mantık içinde bile bu şekilde devam edemeyiz. Çünkü büyük kapitalistin ürettiği şeyleri satabilmesi için bile bir orta sınıf olması gerekiyor.

Türkiye'de de orta sınıf bitti.

Yaşadığımız yılların en büyük skandalı ve politikacıların en büyük güçsüzlüğü bu. Durumun geldiğini görüp tepki vermemelerine çok içerliyorum. Ama biliyorsunuz, bunun her düzeyde yansımaları var. Örneğin, bugün kitaplarda, çok çok iyi giden kitaplar ve bir de iyi gitmeyen kitaplar var. Eskiden kitapların da bir orta sınıfı vardı. Dolayısıyla edebiyatta da orta sınıf ortadan kalktı.

Bunun sebebi sadece gelirlerin düşmesi mi, yoksa okumanın azalması mı?

Orta sınıf gerçekten zor durumda. Tiyatroya, sinemaya gitmek, kitap satın almak, bütçelerini tehdit ediyor. İnsanların yaşamları ve hatta sermaye açısından bile, bu insanların müşteri olduğu gerçeğinden endişelenmeden şirketlerin büyümesine ve refahına öncelik vermek suçtur

Yoksullar neden isyan etmiyor? Kolombiya'da “Fakirin ekmeği yoksa, zenginin de huzuru olmaz” diyen bir duvar yazısı var. Neden artık hiç isyan görmüyoruz? Eskiden devrim olurdu.

Bugün örneğin Fransa'da devlet, asgari düzeyde sosyal destek, sağlık, ücretsiz eğitim ve hasta olduğunuzda ücretsiz bakım sağlıyor. Sonuçta devlete çok bağımlıyız. Sizi besleyen eli tamamen kesemezsiniz. Devlet, bireyleri sübvanse ederek kendine sosyal barış satın aldı; ama bu barış değil.
Ya da devletler artık daha çok güvenliği vurguluyor. Bu yüzden insanlar güvenliği demokrasiye tercih mi ediyorlar?

Evet. Ama güvenliğin demokrasiye tercih edilmesi büyük bir tehlike. Bu, Avrupa'nın üzerinde dolaşan büyük bir tehdit. Ama aynı zamanda, toplumun tüm kademelerinde otoritenin azaldığını, başka bir deyişle giderek genelleşen bir gevşekliği inkâr etmeye çalışan bir düşünce olduğu; siyaset sınıfının büyük kısmının bu teşhisi kabul etmek istemediği; bunun aşırı sağ tarafından dillendirilen ve bu nedenle daha da reddedilen bir teşhis olduğuna inanıyorum. Ancak durum biraz daha karmaşık. Gerçekten de otoritenin çökmekte olduğuna dair işaretler var ve bugün onu yeniden tesis etmemiz gerek. Umarım diktatörlüğe ya da darbeye başvurmadan yapılır bu.

Böyle bir risk var mı? Avrupa'da bile mi?

Avrupa'da risk daha düşük. Ama her halükârda, güç ve huzur vaat eden siyasi partilerin çekiciliği son derece güçlü, çünkü daha ılımlı siyasi partiler veya suç ortaklığı duygusuna kapılanlar güvenlik alanını ihmal ettiler.

Şişmanlayamayan Sumocu'da Cun, hayattan bıkmış, nefes alamayan, nefret dolu bir çocuk. Bu gençlerin sayısı dünyada artıyor. Dediğimiz gibi, genel bir bunalım, depresyon var ama bu gençler arasında çok daha belirgin ve yoğun.

İntihar eden 10 yaş altı çocuklar bile var. Gelecek ümidiniz kalmadıysa, artık geleceği istemiyorsanız, bu depresyondur. İstek ve arzunuz kalmadığında, bu depresyondur. Bu bir toplumsal depresyondur. Bunun temel sebebi, tamamen bireyci toplumlarda yaşıyor olmamız. Aynı zamanda, geleceğin sorunlarıyla başa çıkmak söz konusu olduğunda, bireyin hiçbir şey yapamayacağının farkındayız. Politik çözümlere, ekolojik çözümlere, toplumsal çözümlere kolektif olarak ulaşabiliriz. Dolayısıyla tamamen bireyci bir dünyada olmamız ve aynı zamanda bireyin bir hiç olduğu ve tüm değerini yitirdiği gerçeği, insanları depresyona sürüklüyor.

Kun diyor ki, "Düşünmek bile bana ıstırap veriyordu. Tefekkür etmek mi?........

© HalkTV