menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yüz yıldır sönmeyen ateş!

128 3
30.07.2025

Kürtçe adı Ava Zê, Türkçe adıyla Zap Suyu; Ahmed Arif’in, “Otuz Üç Kurşun” şiirinde “Nemrut’un yavrusu” dediği Mengene Dağı ile “Acem hududunda” kalan Haravil Dağı eteklerinden dökülen sulardan alır kaynağını. Başkale vadisini geçip “Gelyê Zê” (Zap Vadisi) denilen derin bir koyağın içinden akarak Musul’un 40 kilometre kadar güneyinde Dicle Nehri’ne karışır.

Vakti zamanında Musul’dan Van’a veya Van’dan Musul’a gitmek için bu nehirle paralel giden katır yolu, tek yoldu. Daracık bir vadidir, nehrin gürültüsü çıplak kayalarda yankılanır, vadi boyunca yakın zamana kadar tek tük ağaca rastlanırdı.

Ksenophon’un “Anabasis”inde var; Pers ordularına yenildikten sonra bozguna uğrayan “on binlerin” geçiş güzergahıdır bu yol… Ortadoğu’da kendi dinlerinden bir kavim bulup orada Hıristiyanlığı yaymak için ta Kaliforniya’dan kalkıp buralara gelen misyonerler kullanmış bu yolu… Rus ve Batılı gezginler geçmiş buradan. Hepsinin geride bıraktıkları seyahatnamelerde, bu derin koyaktan geçerken, o zaman her tarafın ormanlarla kaplı olduğu, yollarına çıkan ağaçları tahralarla kes kese yol aldıkları yazılıdır.

Yangınlar çıktı, köylüler musallat oldu ağaçlara sonra, hepsini kestiler zamanla, kesmekle kalmadılar, köklerini de kazmayla söktüler, çırılçıplak kaldı o yamaçlar, güneş kızgın taşları daha da kızdırdı, toprak kaydı, kaldı geride sipsivri kayalar. Son yıllarda doğalgaz gelmiş oralara, ağaç kesmekten vazgeçmişler, Çukurca’ya giderken gördüm en son, o yamaçlar tekrar yeşile boyanıyor yavaş yavaş.

Bu derin koyaktan geçerken aklıma hep Yaşar Kemal’in 1977’de yazdığı “Hüyükteki Nar Ağacı”nda geçen şu pasaj gelir:

Çok kutsal ağaç vardı Çukurova’da. Buradan denize kadar nar ağacı ormanıydı Çukurova. Yaz bahar aylarında bir al çiçek açardı narlar, toprak buradan Ayas’a kadar apal kesilir, deniz gibi dalgalanırdı. Kara yılanlar sevişirdi nar çiçeklerinin altında, ocaktaki demir gibi kıpkızıl olarak. Hiç ağaç kalmadı ovada, bütün ağaçları kökten söktüler. Şimdi ne nar, ne meşe, ne karaçalı, ne çam, hiçbir ağaç kalmadı Çukurova’da, yok. Şu ovada kutsal hiçbir şey kalmadı ki nar ağacı kalsın…”

Memleket yanıyor ve biz seyrediyoruz çaresizce! Bu yangın çok uzun yıllardan beri sürüyor. Her sene bu mevsimde yanan bir orman haberi hepimizin bağrına şivan düşürdüğünde, kendi kendime “yahu ne bereketli ormanlarımız varmış, yan yan bitmiyor” derim hepinizin şu anda hissettiği derin üzüntüyle. Takılırım Yaşar Kemal’in peşine, ustanın bundan tam 71 sene önce, 1954’te, İçel’den başlayıp yukarı çıka çıka ta Bandırma’ya kadar, köy köy, kasaba kasaba tam 50 gün boyunca gezerek yazdığı “yanan ormanların” hikayesini okuya okuya yanarım hepimizin ortak narına.

Romancı olmadan önce, röportajla başlamış işe Yaşar Kemal. Röportajdan biriktirdiklerini daha sonra yazacağı o mühim romanlarına malzeme yapmış. İlk göz ağrısıdır röportaj, en az Marquez’in röportajı önemsediği kadar önemser. Röportaj, şimdiki anlamı ihtiva etmiyordu o zamanlar, anlayacağınız onun ve Marquez’in yaptığı röportajlar “mülakat” değil, daha çok “ahvale” dair encam vesikalarıydı. Ses alma cihazı hak getire o zamanlar, deftere not bile almazmış, gördüklerini, aklında kalanları yazarmış Yaşar Kemal soluklandığı ilk yerde. Türk edebiyatının tadına doyum olmaz o röportajları hep böyle çıkmış ortaya işte.

2012’de kendisiyle yapılan bir mülakatta, “Yanan Ormanlarda 50 Gün” röportaj serisi için şunları söyler:

“En iyi röportajım, ‘Yanan Ormanlarda Elli Gün’dür. O röportajı yapmak için İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesine gittim. O fakültede 5-6 ay kadar çalıştım; okumalar yaptım. Orman için ne diyorlar, diye araştırdım. Ne kadar yazı varsa, kitap varsa okudum. Hatta Almanya’dan büyük bir ormancı gelmişti, dil bilmediğim halde, dil bilen bir arkadaşıma konuşmayı tercüme ettirdim. Şu an hâlâ müthiş bir orman kültürüm var. Röportaj için yaptım bunları ben…”

Denizle ilişkimiz neyse, ormanla da ilişkimiz odur sanırım. Gezin Ege, Akdeniz kıyılarını, derler ki denize yakın mülkleri miras yoluyla kızlara bırakmışlar vakti zamanında. Kız el malıdır nasılsa, denize yakın arazide bereket yok, kumluk falan, en iyisi onu evden gidecek kızlara vermek, dağa yakın bereketli arazileri de erkek çocuklara bırakmışlar. Cihangir’de 1940’larda, 1950’lerde inşa edilen apartmanlara bakın, hepsi tepelerde, deniz gören yamaçları da o apartmanların kapıcıları müştemilat olarak kapmış vakti zamanında. Deniz gören cephede apartmanların eciş bücüş, yıkılacakmış gibi durmasının sebebi budur. Yukarılarda inşa edilen apartmanların çoğunun ön cephesi Boğaz’a paraleldir, deniz gören tarafında pencere yok, deniz bu, nemli, siyatikleri azdırır, eklem ağrısı yapar. Denizden çıkan balıklara bakın, hangisinin adı Türkçe? Ha, kılıç ve kalkan balığı hariç… Görmüş onları suyun dibinde, en çok kullandığı iki şeye benzetmiş, uzun olanına kullanmakta mahir olduğu kılıcına, yassı olanını da kalkanına… Gerisine kafayı yormamış, kim oturup şimdi sürüsüne bereket bütün o balıklara Türkçe isim bulacak?

Evlerimizin içinin pırıl pırıl, sokaklarımızın kirli olmasının sebebi göçebeliğimizdendir. Göçer, evini sırtında gezdirir. Konduğu yerde geçicidir, arazi onun değildir, bu yüzden oraya evi gibi bakmaz… Göçebelikten yerleşik hayata geçince de mekânla ilişkisi kolay kolay değişmemiş, sokak onun değildir........

© Habertürk