menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yazar, okur olunca!

118 0
17.04.2024

Hemen hemen bütün yazarlar yazı yazmayı, bir çilehanede çile çekmeye benzetirler. Yine aynı yazarlar, bu çilehanede çile çekmekten haz aldıklarını, yazı yazmadan bir gün bile geçiremeyeceklerini de söylerler. Yazı yazmak; yazının derinliklerinde o sırada at koşturuyorsa eğer yazar, dünyanın en zevkli işidir. Ama bir yazar için ondan daha zevkli olan, yazarak memnun kaldığı bir metni başkasına okumaktır.

Bazı yazarlar ise bunu yapmaz. Yazdığı şey eğer bitmemişse, onun üzerine konuşmak, ondan başkasına bölümler okumak, yazarı metinden soğutacağına, arasına mesafe koyacağına inanır, bu yüzden bazı yazarlar yazdıkları okuyucuyla buluşuncaya kadar metinlerini kendilerinden bile saklarlar.

İki uçtan da yazarlar tanıdım ben.

Mesela Mehmed Uzun yazdığı her sayfayı başkasına okumaktan özel bir zevk alan bir yazardı. Metni okuduğu kişinin tepkisi onu kamçılar, duyacağı yüreklendirici bir söz, bir hayranlık belirtisi, bir hayret nidası onu daha da kışkırtır, ondan sonra daha büyük bir şevkle otururdu yazı başına. “Evdalê Zeynikê’nin Hayatından Bir Gün” romanını, etrafındaki yaşlı kadınlara okuya okuya yazıp bitirmişti mesela. Her romanında Kürtçe ayrı bir üslup denemesi yapan Uzun, bu romanında “dengbêj diline” yaslanmıştı. Destansı, içinde çokça atasözü, halk deyişi, halk şiiri barındıran bir üslup tutturmuş, bu üslupta başarılı olup olmadığını test etmek için de yazdığı her bölümü, etrafına topladığı annesi, kayın validesi, eşinin ninesi, yakın akrabası, Türkçe bilmeyen birkaç yaşlı kadına okumuş, her kelimeyi onlara sormuş, o yaşlı kadınların metni iyice anladığına emin olduktan sonra son şeklini vermişti.

Bazı yazarlar, yazdıkları metinleri başkalarına yüksek sesle okumaktan büyük haz alır, okuma eylemini yazma eyleminin üstüne koyar, yazdıklarını başkalarına okumaktan, onları yazmaktan daha zevkli bir uğraş olarak görürler.

Böyle yazarlara, “okur olan yazarlar” denir.

Alberto Manguel “Okumanın Tarihi” (YKY) kitabında, yazarların yazdıkları metinleri, şiirleri, kitaplarından parçaları başkalarına yüksek sesle okumanın tarihinin, kitabın tarihi kadar eski olduğunu söyler. Günümüzde, kimi yazarların çıktığı “okuma turneleri” geleneğinin yirmi yüzyıl önce başladığını belirtir Manguel. Bu gelenek ilk başladığında hem okuyan hem de dinleyen için belirli davranış kuralları varmış. Dinleyenler, yazar metnini okuduktan sonra eleştiriler yapar, yazar da o eleştiriler doğrultusunda metnini değiştirirdi. Yazar için önce uygun bir okuma mekânı bulunurdu. Mesela zengin şairler, görkemli kasırlarında, bu iş için özel olarak inşa edilmiş günümüzün konferans salonlarına benzer “auditorum”larda, bir platformun üstüne çıkarak şiirlerini yüksek sesle orada toplanmış olan kalabalıklara okurlardı. Yazarlar, o gün de bugün olduğu gibi “okuma seansı” sırasında “kelimelerin üstüne sesler ekler, onları el kol hareketleriyle canlandırır” böylece metne bir “tını” kazandırırlardı. Mangul’e göre bu “tınının”, metni üretirken yazarın aklından geçenler olduğu varsayılıyor, bu da yazarla okuru birbirine yaklaştırıp metni aslına uygun hale getiriyor. Bazen yazarın yorumuyla metin güzelleştiği gibi bazen de çirkinleşebiliyor da. Çünkü “okuma biçimi” yazardan yazara değişir.

Bazı şairler var mesela şiirlerini çok güzel okur, bazıları da facialar yaratır, şiirlerini berbat ederler. Kendi şiirlerini çok güzel okuyan şair sayısı çok azdır. Örneğin Manguel’in verdiği bilgiye göre şair Dylan Thomas, “vurguları çan çalıyormuşçasına abartır”, T.S. Eliot ise “sürüsüne sinirlenmiş bir kilise çobanı gibi” kelimeleri mırıldanıp dururmuş. Bizden mesela Orhan Veli şiirleri okurken canına okur, ama İsmet Özel, Yılmaz Erdoğan gibi şairler, şiir yazarlarken besteledikleri müziği, aynı şiiri okurken de o müziği bize hissettirmede üstün bir yeteneğe sahiptirler.

Başkasına bir metin okumanın “iyileştirici” bir yönü olduğuna inanmış insanoğlu. Çocukluğumda, yatağa düşmüş ağır hastaların yatağının kenarına oturup nöbetleşe Kuran okuyan okuyucular, ölürse eğer kutsal kelamın kelimeleriyle bilinci dolsun da öyle çıksın Allah’ın huzuruna diye düşünürlerdi hastanın. Bir hastanın başucunda okumanın onu ölüme hazırlamak olduğuna inanan bazıları da içten içe, okuyucuların özellikle “Yasin” suresini okumalarını pek istemezlerdi. Eğer sıra “Yasin"e geldiyse, ölüm yakın demekti. Hatta bir köylünün, başucunda okunan Yasin’den sonra babasının ölmesine kızarak imama, “Verdin Yasin’i, verdin Yasin’i adam gitti” dediği de rivayet edilirdi ben çocukken.

Aşıkların birbirine sevdikleri kitapları yüksek sesle okumaları var bir de… Bir arkadaşım, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanını baştan sona, satır satır, yüksek sesle hasta yatağındaki sevgilisine okumuş, kitap bittiğinde kızın iyileştiğini söylemişti büyük bir sevinçle.

Eski zamanlarda topluluk önünde yapılan okumaların amacı, metni başkalarına ulaştırmak olduğu kadar, yazarı da toplumla tanıştırmaktı. Mesela Chaucer, meşhur kitabı “Canterbury Hikayeleri”ni önce kalabalık bir topluluğa okumuş, daha sonra da aldığı tepkilere göre metinde değişiklikler yapmış, öyle yayınlamıştı. Yine, üç yüz yıl sonra ortaya çıkan Moliére, yazdığı bütün oyunları önce hizmetçisine okumuştu. Manguel’in aktardığına göre Samuel Butler, “Defterler” kitabında şunları söyler:

“Moliére onları hizmetçisine okuyorduysa, bunu sesli okuma, yapıtı başka bir biçimde gözler önüne serdiğinden........

© Habertürk


Get it on Google Play