menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Uzağımızın yakınındaki köy!

99 12
06.07.2025

1970 yılının sonbaharında, şehir merkezindeki yatılı mektebe gönderdikleri gün terk ettiğim, geçen elli sene zarfında bir iki istisna hariç bir daha da gitmediğim, çocukluğumun dört yılını geçirdiğim, 1924 yılına kadar Nasturilerin yaşadığı, tekmil “gavur” buralardan sürülünce de topraksız fakir Müslümanların yerleştirildiği Hakkâri merkeze bağlı Bakê köyüne, bir iki hafta önce kızımla oğlumu alıp çok uzun yıllardan sonra tekrar gittim. Çocukluğumda bu altı haneli köye giden araba yolu yoktu, okul yoktu, elektrik zaten hak getire… Merkeze on beş, yirmi kilometrelik yolu yürüyerek giderdik şehre. Bir yarıyıl tatilinde, benden bir yaş büyük ağabeyimle birlikte, şehre gelmiş kambur bir komşumuzun rehberliğinde yola çıkmış, şubat ayı, yolda kar yağmaya başlamış, yolun yarısında kar dizi geçince takatim düşmüş, kambur akrabamız beni sırtlamış, öyle varmıştık çok özlediğim evimize. Etrafına duvar örülmüş, müdür izin vermedikçe tatil günlerinde bile dışına çıkamadığımız yatılı okuldan köye gitmek, cehennemden cennete gitmek gibiydi. Sabah uyanır uyanmaz, derin bir soluk almış, dünyanın en güzel yerinin burası olduğuna tekrar kanaat getirmiştim. (Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk-Turgut Uyar)

Irmağın üzerindeki betonarme köprüden geçip çocuklarımla birlikte köyün içinde arabadan inince, yatılı mektepten buraya geldiğim ilk günü hatırladım ister istemez. O gün hissettiğim ferahlık duygusunun yerini şimdi kesif bir hasret, bir nostalji almıştı. Bir de mesafeler çok kısalmış, her şey küçülmüş, mini minnacık bir hal almıştı. Gayri ihtiyari karşı yamaca baktım, orada keçi otlatan o küçük çocuk ilişti gözüme. Erken bahar aylarında, seher vakti keçileri o yamaca götürür, akşama kadar onlara çobanlık yaparsam, akşam ağıla soktuktan sonra içerde beni bekleyen, akşam namazını kılıp hep birlikte yemek yendikten sonra duvarda asılı Saatli Maarif Takvimi’nin o günkü yaprağını koparacak olan ağabeyim, bana yaprağın arkasındaki hadis-i şerifi okuyacak, okuduklarını Kürtçeye tercüme edecek (Türkçe bilmiyorum henüz), ben de o hadiste anlatılan kıssanın kendi payıma düşen kısmını öpüp başıma koyacak, büyüyünce hadisin buyurduğu gibi iyi bir insan olmak için kendime bir kez daha söz verecektim. Bir yandan etrafa göz gezdiriyor, çocukluğumun izlerini arıyordum, bir yandan da ta İsveç’ten gelmiş olan çocuklarıma bakıyordum. Önce kızım sordu:

“Burayı seviyor muydun baba?”

“Çok” dedim. “Ayrılmak o kadar zor gelmişti ki…”

“Ne yapıyordun burada?” diye bu kez oğlan sordu.

“Her köylü çocuğunun yaptığını… Başka bir yerin varlığını bilmiyorsan, yaşadığın yer dünyanın en güzel yeridir senin için,” dedim.

İstanbul Ortaköy’de büyümüş, böylesine bir “köyle” ilk defa karşılaşmış olan iki şehirli çocuğun, buraya kadar uzamış olan köklerine dair bir şeyler geldi mi akıllarına, kendi çocukluklarıyla; babalarının çocukluğunun geçtiği, ırmak sesinin her şeyi bastırdığı bu ıssız yeri karşılaştırdılar mı derinlerinde bilmiyorum, yine bildiğim çocukluğumla çocuklarımın çocuklukları arasında birkaç asrın varlığıdır. Ben uzak bir çağda muhteşem bir çocukluk yaşamıştım bu dağlarla burun buruna yaşanan yerde, onlar ise yapay zekâ çağında korunaklı bir şehir sitesinde başlamışlardı hayata. Benim çocukluğumda tehlike için belirlenmiş sınırlar yoktu, yaşadığımız yerin her metrekaresi benimdi, istediğim kadar gezebilir, hayvanlarla dostluk kurabilir, gerekirse düşmanlık yapabilir ama akşam evin yolunu kendim bulmalıydım. Doğayla savaşmakta serbesttim, yardımcı silahları kendim bulup seçmeliydim, korkunun üzerine kendim yürümeli, tehlikeyi sezip kendim savuşturmalıydım. Ama çocuklarımın böyle bir hayatı olmamıştı. Okul servisi eve getiriyor, okula yine servis götürüyordu ve benim bu köydeki yaşlarımda, sitenin dışına çıkma izinleri yoktu. Şehir devasa bir canavardı, ağzını açmış, bütün homurtusuyla çocukları yutmaya hazırdı, sokaklar tekin değildi, hiçbir sürücü yaya geçidine yaklaştığında hızını kesmiyordu mesela. Arabaya binen, kendini şehrin şerifi sanıyordu.

Böyle bir deneme yazmak aklımda yoktu. Ama yazı fikri de aşka benzer, gezer durur yazarın etrafında. Bir esinti, bir çağrışım, bir duygu kırıntısı, bir yankı, bir seda, bir karşılaşma yeni yazı fikri olarak gelir bana çoğu zaman.

Hakkari’den Van’a döndükten sonra, Van’da kıymetli dostum Halit Yalçın’dan o sırada bana dünyanın en güzel haberi gibi gelen, iktisat feylesofu, edebiyat alimi Mustafa Özel’in bir konferans için Van’a geldiğini öğrendim. Bazı insanlarla tanışmadan dost olursunuz. Onu severken, nedendir bilmem ama onun da sizi sevdiğini hissedersiniz. Ben nesrinden tanıyordum Mustafa Özel’i. Vakti zamanında kıymetli Ahmet Davutoğlu, “Roman Diliyle İktisat”, “Roman Diliyle Siyaset” kitaplarını hediye etmiş, yudum yudum okumuş, o kitapları yazan adamı daha çok merak etmiştim. Daha sonra Hoca’nın romanbilimle uğraştığını, modern akıl ve vicdanı romanın şekillendirdiğine inanan, romancının “Tanrıyı kıskanan” modern çağın şamanı, yani zifiri karanlık bile olsa, o karanlıkta her şeyi gören adam olduğunu düşünen; romancı, şair denilen “dilbazın” bazen keramet bazen de kehanet dolu sözlerini çok önemsediğini, çoğu zaman onları tarihçi ve içtimaiyatçılardan daha yararlı bulduğunu, şairlerin ve romancıların bize başımıza gelen ne varsa her şeyi tatlı bir dille hissettirdiklerini, bizi kötü, hodbin, bencil, adaletsiz dünyada dik durmaya çağırdıklarını anlatan bir alim olduğunu öğrenmiş ama bir türlü yolumuz kesişmemiş, şahsen tanışmamıştık.

İstanbul’a geldiğim günden beri seküler insan mahallesinde birkaç dostum vardı seçerek edindiğim; hayatımın bir döneminde yolum karşı mahalleye, Müslüman mahallesine düşünce, burada da kendime hemen komşu yapabileceğim bir yığın insanla karşılaştım. İhsan Süreyya Sırma, Mehdi Eker, Nabi Avcı, Ömer Dinçer, Ali Kemal Temizer, Mustafa Şahin ve henüz tanışmadan önce çoktan listeye aldığım Mustafa Özel mesela… Hakikatin kaçıp bir yerlere........

© Habertürk