Son "büyülü gerçekçi" de öldü!
Selam alışverişimiz olmuştu; ben ona selam göndermiş, ondan da selam almıştım. O Perulu, kudretli bir yazardı; ben Hakkarili, ona hayran sıradan bir okuruydum. Ben onu romanlarından tanıyordum, o ise beni hiç tanımadı.
Şiddetin ama her türlü şiddetin; devletin her yerde, ona karşı silahlı mücadele veren örgütün Kürt köylerinde; sokaklarda ve evlerde kadınlara, okullarda çocuklara karşı hüküm sürdüğü, herkesin şiddet üzerine kasem ettiği 1990’lı yılların ilk yarısında, Orhan Pamuk’un “hüznün ve şiddetin kalbine yolculuk” olarak tanımladığı romanı “Yeni Hayat” yeni çıkmıştı.
Roman çıktığında ben de Mario Vargas Llosa’yla tanışmıştım. Birçok yazarın kitabıyla beni tanıştırdığı gibi, onunla da Mehmed Uzun tanıştırmıştı. Daha önce birkaç romanı Türkçeye çevrilmişti ama ben henüz Marquez dışında Latin Amerika edebiyatından pek bir yazar tanımıyordum.
Mehmed Uzun, on beş yıllık bir sürgün hayatından sonra, çok özlediği, sevdalısı olduğu memleketine, Türkiye’ye yeni dönmüştü. Edebiyatın vicdani bir muhasebe aracı olmaktan yavaş yavaş çıktığı bir dönemdi. Vicdani temaların silinmeye yüz tuttuğu, sentetik duyarlılıkların büyük hayallermiş gibi pazarlandığı kapkaranlık yıllardı. Faili meçhul cinayetler hayatımızı kuşatmış, insanlar güpegündüz sokak ortasında ya ensesine tek kurşun sıkılarak öldürülüyor ya da bir anda kaybolup bir daha bulunamıyordu. Köyler boşaltılıyor, ormanlar ateşe veriliyordu. Daha sonra benim Türkçeye “Kader Kuyusu” adıyla çevirdiğim “Bîra Qederê” romanını yazmayı düşünüyordu Mehmed. Benim bekâr evimde kalıyordu, harıl harıl roman üzerine çalışıyordu. Roman, Kürtçeyi Latin alfabesiyle tanıştırmış olan Mir Celadet Bedirxan’ın hayatına dair bir roman olacaktı. Romanının her bölümünün son cümlesi, bir sonraki bölümün ilk cümlesi olacak, böylece bütün roman birbiriyle bu tür cümlelerle bağlanmış farklı bir teknikle yazılacaktı. Bana bunları anlatırken çok heyecanlandığım kalmış aklımda. Heyecanımı görünce de bu buluşun kendi buluşu olmadığını, bu tekniği Perulu bir yazarın bir romanında kullandığını, “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü” romanında Maria Vargas Llosa’nın böyle bir şey yaptığını, kendisinin de bu tekniği Llosa’dan “ödünç aldığını” söyledi. Soğuk bir kış günüydü, Kaktüs’ten çıktığımızda Pandora Kitabevi’ne gitmiştik, ikimiz de aynı anda aynı romanı istemiştik kitapçıdan.
Mario Vargas Llosa’nın “And Dağlarında Terör” romanı, 1996 yılında İstanbul’da Türkçe okuyan okurla buluştuğunda, Orhan Pamuk’un “Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti” cümlesiyle başlayan ve çıkışı İstanbul’daki açıkhava panolarında duyurulan “Yeni Hayat”ının; “yazarsan eğer aç kalmaya mahkumsun” geleneğinden gelen, yazarlığı asıl işi olarak görmeyip gündüzleri bir yerlerde memur gibi çalışıp geceleri ve fırsat buldukça yazmaya alışmış Türk aydınları arasında başlayan “kitabın reklamını yapmak caiz midir?” münakaşası bitmek üzereydi. Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı” üzerine çalışıyordu ve o günlerde Paris’te yapılacak olan, dünyanın önde gelen yazarlarının katılacağı bir toplantıya gitmenin hazırlıklarını yapıyor, ben de harıl harıl “And Dağlarında Terör”ü okuyordum. Kitabı çok beğendiğimi söyleyince, Orhan gülümsemiş, “Paris’teki toplantıda karşılaşacağız, selamını söylerim” demişti gülümseyerek.
Beni Mario Vargas Llosa romanlarının müptelası yapan kitabı bu kitaptır işte. “Dağlar”, “dağlarda terör”… Ne kadar bildiğim ne kadar yakınımda iki kelime… O sırada memleketimin dağlarında, Cilo’da, Cudi’de, Gare dağlarında silah sesleri yankılanıyordu. Bırakın insanları, dağ keçileri bile kaçacak yer arıyordu.
“And Dağlarında Terör” romanda Lituma nam bir çavuş ile Tomas Carreno nam yardımcısı er, Peru’da, Naccos adlı küçük bir yerleşim yerinde, kayıp üç kişiyi arıyorlar. (“Kayıp” kelimesi o sırada en çok duyduğumuz kelimeydi. Sabaha doğru kapılar çalınıyor, sivil giyimli birileri o evden yaka paça birilerini götürüyor, giden bir daha dönmüyordu. “Beyaz Toros”lar kara bir hayalet gibi dolaşıyordu şehir sokaklarında. Enseye tek kurşun sıkılmış cesetlerle doluydu ortalık.) Kayıp üç kişiyi arayanlara göre, onları o sırada o dağlarda, kasabalarda, küçük köylerde, terör estiren Maocu “Aydınlık Yol” gerillaları kaçırmıştır. O üç kişinin neden sırra kadem bastıklarını romanın son sayfasına kadar yazar müthiş bir beceriyle okurdan çok iyi saklıyor. Roman boyunca Carreno’nun başında geçen “takıntılı” bir aşk hikayesi de var.
Güney Amerika romancılarının başlattığı........© Habertürk
