Postacılıktan sadrazamlığa bir Talat Paşa portresi
Refik Halit Karay, 1913 yılında beş yıllık sürgün cezasını çekmek üzere Çorum’a gönderildiğinde “Kirpi” müstear adıyla “Kalem” dergisinde yazılar yazıyor, oklarını sağa sola batırıyordu.
Kirpi, İttihatçılardan nefret ediyordu. Hele o Alman stili tek tip bıyıkları yok mu? O bıyıkların sahiplerini her lanetin başı olarak görüyordu.
Bir yazısında, “Hırkaya alışkın olanlar birdenbire frak giyerlerse gülünç olurlar,” diye bir cümle kurmuştu. Bu cümlenin anlamını çok az kişi, belki de sadece tek bir kişi biliyordu. O da Dahiliye Nazır’ı Talat Bey’di. Henüz Paşa olmamıştı, paşalık 1917’de Sadrazam olunca gelecekti.
Dahiliye Nazırı dediysek, sadece dahiliyeden değil, kalp damardan tutun, ortopediye, hatta bevliyeye kadar cümle vücuttan mesuldü Talat Bey, memleketi her şeyiyle o idare ediyordu.
Hemen ferman buyurdu, yazara menfa yolları göründü.
O gün Edirne Askeri Rüştiyesinin mezuniyet töreni vardı. Bir anda ortalık karıştı. Talat adında bir talebe bir muallimi dövmüştü! Pişman değildi, yaptığıyla gurur duyuyordu. “Neden dövdün” diye sorduklarında, “Ben doğuştan isyankârım,” cevabını verdi.
Peki isyanı kimeydi? Hayatı hakkında tuğla kalınlığında bir kitap yazmış olan Tevfik Çavdar bu soruya, “düzene” diye cevap verir.
Talat Bey ilk anayasamızın kabulünden iki sene evvel 1874 yılında dünyaya geldi. Kırcaali’nin Cepleci köyünden Ahmet Ceplecioğlu ile Hürmüz’den olmadır, ailenin tek erkek evladıdır, iki de kız kardeşi var.
Askeri mektepte hoca dövdüğü gün askeriyenin kapıları yüzüne kapandı ama “her Türk asker doğar” düsturuna sıkı sıkıya bağlı kalarak, hayatı boyunca “milletin bağrından çıkan bir ordu mensubu” gibi cihet-i askeriyenin içinde kalarak önce İttihat Terakki’nin başına geçti, sonra da Sadrazamlık makamına çıkarak bize, bu memlekette sıradan, okumamış, ortaokuldan tasdikli çocukların azimle nerelere kadar yükselebileceklerinin nadide bir örneğini verdi.
Şair Eşref onun bu önlenemeyen yükselişini şöyle hicvetti:
“Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak
Sadrazam oldu Talat, cilve-i takdire bak”
Örsan Öymen’in naklettiğine göre bu mısralar kendisine gösterildiğinde Talat Paşa, “Kafiye tutmuyor, ‘tarak’ ile ‘bak’ birbirini tutmuyor” diyecektir.
O asıl büyük övgüyü, yakın dostu Ziya Gökalp’ten almıştı. Ziya Bey’in kendisi için yazdığı dörtlüğü hayatı boyunca yanından ayırmadı:
“Sen candan birleştiren bir ruhsun
Vicdanı sende görür cemiyet
Necat teknesidir: Sen Nuh’sun
Sen olmazsan öksüz kalır bu millet”
Tam burada bir parantez açıp sözü Yahya Kemal’e bırakmakta fayda var:
“1918’de Mütarekeye yaklaştığımız yaz sonunda, bir akşam, Büyükada’da, Yat Kulübü’nün taraçasında Sadrazam Talat Paşa, sevimli ve laubali halini unutmayarak, etrafında Salâh Cimcöz ve şimdi hatırlayamadığım daha bir kişi ile gülerek konuşuyordu. Orada Ziya Gökalp’le oturuyorduk. Bizim yanımıza geldi. Orada oturdu. Ziya Gökalp’e ‘canım Ziya Bey! Hars mars diye bir lakırdı var. Nedir bu hars Allah’ını seversen? Bizim Merkez-i Umumi’de kaç defa anlattın, bir türlü kafama girmedi; anlatsana şunu’ diye latifeye girişti. Ziya ve ben gülmüyorduk. Ziya tutuk lisanıyla harsı bir defa daha anlatmaya başladı. O anlatırken Talat böyle bahislerle uğraşmaya hiç vakti olmayan bir insan gibi, hatır için dinliyor ve dostane gülümsüyordu. Gerçi hars bahsini harp bahsi çabuk kapattı, mütareke oldu. Talat da arkadaşları da siyasi sahneden bir bir çekildiler.”
Talat Bey’in böyle taraklarda bezi yoktu. “Hars”tı, “harf”ti, “yenilikti”, “değişiklikti”, böyle şeylerle ilgili değildi. Bir “değişiklik”, “yenilik” gerekiyorsa tabancasını çeker, gündüz vakti bile olsa “fedaileri” arkasına takar, hükümeti basar, darbe yapar, değişikliği sağlardı. Yakın dostu Hüseyin Cahit Yalçın’a göre gündüz vakti “ihtilal” yapmaya cesareti olan Talat’ın mesela alfabenin değiştirilmesi, kadınlara kara çarşafın yasaklanması gibi “asri değişikliklerden” ödü kopardı.
Hoca dövdüğü için askeri mektepten diploma yerine tasdikname alan genç Talat, sorgu hâkimi babasının dostları sayesinde Edirne Postanesi’nde 40 kuruş aylıkla işe girdi. Babasına göre madem zabit olamayacaktı, o halde postacı olsundu kereta!
Postane kapısı, önünde açılan ilk devlet kapısıydı. Girdi içeri.
Önemli bir işti onunkisi. O zamanlar posta idaresi imparatorluğun en etkili iletişim aracıydı. Bu sayede her yerden gelen haberleri öğreniyor, hem de Avrupa ve Rumeli’den gelen “evrak-ı muzırra” ya da “neşriyat-ı muzırra” denilen sakıncalı basını elden geçiriyordu. İlk entelektüel gıdasını, başkasına gidecek olan postaları açıp okuyarak almaya başladı.
Postacılıktan az kazanıyordu, çevresi genişlemişti, o sırada bir misyoner kuruluşu olan “Alyans İsrail” ona Türkçe öğretmenliği işini verdi. Talat henüz 18 yaşındaydı, Okul müdürü Lupa’dan hem Fransızca öğrendi hem de kızına gönlünü kaptırdı.
Tam nişanlanacağı sırada “ihtilalci fikir cereyanına” kapıldı. Açtığı bir postadan Jöntürk, Arnavut İbrahim Temo’nun Paris’ten Hafız İbrahim’e yurtdışında bir İttihat ve Terakki Cemiyeti çalışması içinde olduklarını öğrenmesi hayatının seyrini değiştirdi.
Böylece mahalle arkadaşlarından Kaltakkıran Faik’le birlikte Hafız İbrahim Hoca’ya gidip gelmeye, postadan çıkan muzır neşriyatı okumaya, geceleri seminerler tertipleme başladı.
Alyans İsrail’deki müdür kızı onun Kaltakkıran Faik’le ilişkisini kıskanmaya başladı. Faik de “bırak o Yahudi kaltağı, İhtilal-i Kebirciler’in, yani devrimcilerin aşka vakitleri yoktur, bunlar burjuva alışkanlıklarıdır” dedi ancak Talat arkadaşına hak vermekle birlikte kızla gizlice mektuplaşmayı sürdürdü.
Kızın “ne zaman kavuşacağız” mektubuna, “Bir gün umutlarımız gerçekleşecek, bundan eminim,” cevabını yazdığı sırada Hafız İbrahim, “muzır neşriyat” okumak ve bulundurmaktan tutuklandı, kısa bir süre sonra Faik’le birlikte Talat da derdest edildi.
Altı ay boyunca sorgulandı ve kendisine hep mektupta yazdığı “Bir gün umutlarımız gerçekleşecek,” cümlesi soruldu. Talat bunun bir aşk mektubu olduğunu söyledi ama Abdülhamit adaletini kandıramadı. Mahkeme “İttihat Terakki adında gizli bir cemiyet teşkil” suçundan Hafız İbrahim’e altı, Talat’a üç yıl kalebentlik cezası verdi.
Talat, siyaset akademisindeki talebeliğine o sırada başladı.
Edirne kalesindeki kalebentlik ona “özgürlük”, “eşitlik”, “bağımsızlık” gibi dış mihraklı fikirler aşıladı.
Sık sık kendisine “Ne yapmalı?” sorusunu sordu. (Tevfik Çavdar’a göre Talat Bey yapısı itibariyle Narodnik, örgütçü yanıyla de Jakobendi. Çernişevski’nin asıl adı “Ne Yapmalı?” olan romanı Rus Narodniklerin kutsal kitabıydı, aynı ismi daha sonra Lenin de bir kitabına isim yaptı.)
Talat’ın “Ne yapmalı?” sorusuna bulduğu cevap netti:
“İhtilal yapmalı!”
Yapmalı da önce kalenin dışına çıkmalı. Bir Kadir gecesi padişahın “aff-ı şahanesiyle” salıverildi ancak Edirne’de kalamazdı, yeni sürgün yurdu Selanik’ti.
Talat’ı götüren tren “ihtilalci fikirler için bir ana rahmi” görevini gören imparatorluğun ikinci başkenti Selanik istasyonuna girdiğinde, Attila İlhan’ın deyimiyle “belli belirsiz bir laterna sesi duyuluyor, denizden sıcak zift, vapur dumanı, balık kokusu,” geliyordu.
Talat yeni bir dünyada yeni bir örgüt kurmaya geliyordu.
Yeni mekanı Olimpos Meydanı’ndaki Yonyo’nun meyhanesiydi. Oraya mitili serdi. Meyhanede, mektepten Fransızca Hocası Naki Bey ve Bursalı Tahir Bey’le karşılaştı, zamanla masa gittikçe genişledi, her kadeh sonrasında “ne olacak bu memleketin hali” diye sordukça etraflarında Abdülhamit’in hafiyeleri de çoğalmaya başladı, hafiyeler de kadeh kaldırmak zorundaydı ama onların hesabını devlet ödüyordu. (Türk aydınlarının meyhanede vatanı kurtarma arayışı o günden bugün devam ediyor!)
Bir süre sonra iş için valiye gitti, Vali Rıza Paşa ona seyyar posta memurluğu verdi. Tekrar “evrak-ı muzırra”ya kavuşmuştu. Böyle böyle mektupların sahiplerine ulaştı. Teşkilat yavaş........
© Habertürk
