Mâzi, cennetiydi!
“Yalnız Okurlar İçin” programında Selim İleri anlatmıştı. Hayatının son yıllarında, Abdülhak Şinasi Hisar’ın oturduğu apartmanın karşısında küçücük bir kitapçı dükkânı işleten genç Şükran Kurdakul, yazara duyduğu hayranlıktan mütevellit fırsat buldukça evine uğrar, ufak tefek işlerinde yardımcı olur, çoğu zaman ona sekreterlik yapar; kalem tutmada güçlük çektiği için genellikle yazılarını Hisar söyler, o da söyleneni şevkle yazarmış. Abdülhak Şinasi ihtiyaç duydukça yanında beliren bu meraklı delikanlıyı çoğu zaman kendisi için gönderilmiş “özel sekreteri” sanır, onunla uzun uzun çalışır, bazen de “Karşı kitapçıda Şükran adında bir delikanlı var, o sen misin?” diye de sorarmış.
Şükran Kurdakul her defasında “evet” der, kâğıt kalemi önüne alır, Abdülhak Şinasi de başlarmış yazdırmaya. Cümle önce kolayca başlar, o taşkın üslubu sel gibi akar, sonra gittikçe çetrefilleşir, dal budak salar, Hisar “buraya noktalı virgül koy” der, devam eder, uzar cümle bir türlü noktadan önce gelecek son kelimeyi bulamaz; böylesi anlarda da durur, gözlerini tavana diker, hüzünlü bir sesle, “Benim zavallı kelimelerim nereye gittiler, neredesiniz?” diye inler gibi onlara seslenir, sonra çaresizce, kederli kederli “sekreterinin” yüzüne bakarmış.
“Bir yazarın başına gelebilecek en büyük felaketi yaşamış demek Abdülhak Şinasi” dedim kendi kendime rahmetli Selim Bey’i dinlerken.
Belli ki, yazmaya başladığı günden beri en büyük sermayesi olan o sınırsız kelime haznesinden an be an azalanlar olmuş, her an bir veya birkaçı onu terk etmiş, o da çekip gittiklerini bildiği için, firar daha büyük bir tahribat yaratmasın diye kulplarına, fazlalıklarına, köşelerine, kenarlarına sıkı sıkıya yapışmış ama işte, gitme vakti geldiyse eğer kelimeler dağarcıkta durmaz, gün gün terk ederek her geçen gün onu biraz daha yoksulluğa ve yalnızlığa sürüklemişler.
Bir yazarın işi, aradığı kelimeyi bulamadığı zaman biter. Kelimeler firar ettiyse eğer belleğinden yazarın yapacağı hiçbir şeyi kalmaz. Yapayalnızdır artık o. Kelimeler çocuklara benzer, zalimdir; arkasından ne kadar serzenişte bulunursan bulun ne kadar “nereye gidiyorsunuz, beni neden terk ediyorsunuz?” diye arkasından yalvarırsan yalvar, o an geldiyse eğer sesini duymaz, sorunu anlamaz, giderlerken dönüp arkalarına bile bakmazlar.
Abdülhak Şinasi Hisar gibi, TDK Sözlüğünde en fazla referans verilmiş bir yazar için, kelimelerin onu terke etmesi çok uzun bir süre devam eden bir işkence olsa gerek. Zira giden her kelime, arkasından tarifi imkânsız bir aşk acısı bırakır hayatı boyunca kelimelerin sadakatine sahiden de inanmış onunkine benzer bir kalpte.
Varlıklı bir ailede dünyaya geldiği halde, ölümüne yakın günlerde, o sırada bir bir onu terk eden o mahşeri kalabalık kelimelerden arta kalanlardan ve “bakiyesi 66 lira” diye yazan bir hesap cüzdanından başka hiçbir şeyi yokmuş. Bir başına ölmüş.
İstanbul’un Hisar semtinde gelmiş dünyaya. Babası, 1881 yılında memleketimizin ilk edebiyat dergisi olan “Hazine-i Evrak”ı çıkaran Mahmut Celalettin Bey’dir. İki büyük şahsiyete hayrandır babası, daha sonra Şair-i Azam payesini alacak olan Abdülhak Hamit ile Türkçede ilk piyesi yazmış olan Şinasi… Yakup Kadri’nin demesine göre, bir oğlu olunca da hiç düşünmeden belki bu iki büyük şahsiyete benzer diye veya onlara duyduğu hürmetten olsa gerek ikisinin ismini oğulcuğunda yaşatmaya karar vermiş; adını Abdülhak Şinasi koymuş, Soyadı Kanunu çıkınca da yaşadığı semtin adı olan “Hisar”ı soyadı olarak kendisi seçmiş. “Büyüdüğü yalıda komşuları Tevfik Fikret’ti” diyor Cevdet Kudret. İlk Türkçe derslerini ondan, ilk Fransızca derslerini de Fransız olan mürebbiyesinden almış. Mekteb-i Sultani’den sonra Paris’te eğitim görmüş, burada bir süre İttihatçılara “takılmış”, bunlardan bir bir şey çıkmaz demiş olmalı ki, o “biber bıyıklı” adamları “siyasi dertleriyle” baş başa bırakıp hayran oluğu Fransız yazarların gittikleri mekanlara gitmiş, onları okumuş, çoğuyla tanışmış, İkinci meşrutiyetle de memlekete dönmüş, birkaç şirkette çalışmış, Cumhuriyet’in ilanından bir süre sonra Ankara’ya gitmiş, hariciyede müşavir olarak çalışmış, yazarlığa ise bir hayli geç bir yaşta başlamış. İlk romanını “Fahim Bey ve Biz”’i 1941 yılında, 54 yaşına gelince bastırmış. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, her şeyiyle hasta derecesinde “titiz” olan arkadaşının yazıda da aynı “titizlik” hastalığından mustarip olduğunu bildiğinden, ilk romanını matbaaya vermesi için onu ikna etme çabasını uzun uzun anlatır ona dair hatıralarında.
(Titizliğine dair bir anekdot: Bir gün Süleyman Nazif’le, lokantaya giderler. Abdülhak Şinasi Bey, her zamanki titizliğiyle kolonyalı pamukla yemek tabaklarını, çatal ve kaşığını iyice siler. Ekmeklerin de ateşte kızartılmasını ister. Daha sonra da kızaran ekmekleri gider ızgaranın üzerinden kendisi alır, getirir. İçki kadehlerini de tek tek temizler. Nihayet sıra su istemeye gelince, Süleyman Nazif dayanamaz, garsona, “Aman evlâdım! Beyefendi’nin içeceği suyu iyice yıka, öyle getir!” der.
Üstadın bir diğer özelliği de kibarlığı, kimseye “sen” demez, herkese “siz” diye hitap eder. Yine bir gün Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi’nin kendi kardeşine bile ‘siz’ diye hitap ettiğini görünce dayanamaz, “Doğrusu bu hitabınıza çok şaştım, beyefendi. Acaba siz, Fransa’daki ‘Sen’ (Seine) nehrine de ’Siz’ mi diyorsunuz?” der.)
“Boğaziçi Mehtapları”, “Boğaziçi Yalıları”, “Geçmiş Zaman Köşkleri” gibi hatıra kitaplarının yanında “Fahim Bey ve Biz”den başka, “Çamlıca’daki Eniştemiz” ile “Ali Nazmi Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği” diye iki romanı daha var.
Külliyatına bakın aslında tek bir şeyi anlattığını hemen fark edeceksiniz; “mazi cenneti”ni… Varlıklı bir ailede doğmuş, çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca üçgeni arasında geçmiş. O da yazdığı sayısız makalede, denemede, anı kitabında, romanda hep bu üçgenin arasında kalmış, hemen hemen hiç onun dışına çıkmamış; zaman, bir yel gibi esip geçmiş ama o yel onu alıp bir yerlere sürüklememiş. Sanki o cennet üçgende, yere mıh gibi çakılmış ve gelip........
© Habertürk
