Dünya, hâlâ "Kafka dünyası"
“Roman, tanrısını kaybetmiş bir dünyanın destanıdır.”
Bana göre romana dair edilmiş en hikmetli laflardan birisi olan bu külçe ağırlığındaki lafın sahibi, Marksist estetik kuramı ve edebiyat eleştirisinin öncü isimlerinden Macar eleştirmen György Lukács’tır.
Ona göre romancılar ikiye ayrılır: Natüralistle ve Realistler... Natüralistler, nesneleri, hadiseleri, olup bitenleri sadece tasvir eder, hikâye onlar için mühim değildir. Realistler ise tasvir etmekle yetinmez, onu hikâye eder ve kesin bir sonuca varırlar. Natüralistlerin şahı Kafka, Realistlerin kralı Thomas Mann’dır. Bu durumda gelmiş geçmiş bütün romancıları, “Franz Kafkacılar” ile “Thomas Manncılar” diye ikiye ayırmak mümkündür.
Lukács, Kafka yerine Mann’ı tercih eder. Kafka’dan hiç hazzetmez. Çünkü Kafka “gerçeği çarpıtır”, çarpıtmakla kalmaz, “gerçekler karşısında müspet hiçbir duruş sergilemez.” Romanlarında bireye çaresizlik ve umutsuzluk aşılar. Karamsardır. Umut kaçıp saklanmıştır bir yerlere. Bu da okuyanın moralini bozar, yılgınlığa sevk eder, zararlıdır. Bu yüzden Thomas Mann’ın, “bir burjuva ailesinin çöküşünü” anlatan “Buddenbrooklar-Bir Ailenin Çöküşü” romanını; Kafka’nın “absürd bir hukuk sisteminin” egemen olduğu, “müphem, karanlık bir dünyada” geçen romanı “Dava”dan daha iyi bir roman olarak görür.
Birçok Marksist alime göre Kafka, “korkunç bir kâbustan bir türlü uyanmamış” bir romancıdır. Mesela Brecht onu “derin bir yazar” olarak görür ama “derin olmak insanı bir yere götürmez.” Kafka’nın hakkını teslim etmiş tek bir Marksist düşünür varsa o da Walter Benjamin’dir.
1950’lerin ikinci yarısında Macaristan’da Stalinist bir hükümet işbaşındaydı. 1956 yılının 23 Ekim’inde halk hükümete, dolayısıyla da Sovyetler Birliği’ne karşı ayaklandı. Sosyalist bir düzende “sosyalizmde devrim” yapacaklardı. Ayaklanma on iki upuzun gün sürdü. SSCB ordusu Macaristan’a girdi, züccaciyeci dükkanına adeta fil girmişti, 4 Kasım’da “sosyalizmde devrim” kanla bastırıldı.
Ayaklanma sırasında, Macaristan’ın Kültür Bakanı Kafka’dan hiç hazzetmeyen işte bu György Lukács’tı. Evini bastılar eleştirmenin, Ruslar alıp bir askeri cipe bindirdiler. Cip hareket ettiğinde aklına bir anda Kafka ve meşhur romanı “Dava” geldi. O sırada cipte bulunan yanındakilere Almanca olarak, “Kafka, gerçekten de realistmiş” dedi.
Kafka hakkında yanıldığını yaşayarak görüyordu Lukács.
Bu sene; Kafka’nın 1914’te yazdığı, ama her nedense yayınlamadığı, arkadaşı Max Brod’a “yakmasını” vasiyet ettiği kitapları arasında olan, ancak ölümünden bir sene sonra Brod’un gözden geçirerek 1925’te yayınladığı “Dava” romanının 100’üncü yılı…
“Biri Josef K.’ye iftira etmiş olmalı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen bir sabah tutukladılar onu,” cümlesiyle açılan, tam yüz seneden beri öngördüğü “kehaneti” birçok ülkede gerçekleşen, Oğuz Atay’ın deyimiyle “karşısında dehşete kapıldığı bir gerçeği sezerek” bize tasvir eden, bir sanığın gözüyle hukuka bakan, kanunlara, adalete, bürokrasiye ve kurumsallaşmaya dair fikrini absürd bir biçimde, bir tür kara mizahla anlatan “Dava”, edebiyatta “Kafka dünyası” olarak tabir edilen bir dünyanın romanıdır. Biriciktir, mühim bir başyapıttır.
İşin tuhaf yanı, romanın yazıldığı günden bugüne birçok ülkede o dünyanın o kitabın sayfaları arasında çıkıp gerçeğe bürünmüş olmasıdır. Şu anda hepimiz Kafka’nın dünyasında yaşıyoruz aslında. Başka bir deyimle, yaşadığımız dünya bir Kafka dünyasıdır. Roman hayatı taklit etmedi, burada kelimenin tam anlamıyla hayat romanı taklit etti.
Zira, roman yazıldıktan sonra birçok totaliter rejim görülmeye başlandı dünyada. Vatandaş hakları askıya alındı, en ufak bir sivil itaatsizlik girişimi bile büyük cezalarla karşılandı ve en önemlisi dünya önce Sovyetler Birliği’ndeki totaliter komünist rejim, arkasından Almanya’da faşist Nazi rejimiyle tanıştı. Savaştan önce ve sonra birçok baskıcı rejim pıtrak gibi bitmeye başladı dünyanın dört bucağında.
Birçok ülkede birçok insanı, “kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen” tıpkı Josef K. gibi bir sabah alıp götürdüler, götürüyorlar hâlâ.
Rusya’da Bolşevikler devrim yaptı, milyonlarca insan yargılanmadan kurşuna dizildi. Bizde de devrim oldu, devrimi muhafaza etmek için “İstiklal Mahkemeleri” adıyla “devrim mahkemeleri” kuruldu. Kemalistlerin “devrim mahkemeleri” daha sonra solcuların kurduğu maceracı gençlik örgütlerine “halk mahkemeleri” şeklinde sirayet etti, oradan PKK’ya geçti, binlerce genç “halk mahkemelerinde” yargılanarak “iç infaza” kurban gitti.
Askerde firar etmenin önüne geçmek için İstiklal Mahkemeleri 1920 yılında kurulduğunda Kafka “Dava”yı yazmış ama yayınlamamış, o sırada veremin pençesinde kıvranıyordu. Yazarın ölümünden bir sene sonra 1925’te “Dava” yayınlandığında, bizdeki İstiklal Mahkemeleri yönünü değiştirmiş, hukukçu olmayan “Üç Ali”nin borusunun öttüğü bir “divana” dönüşmüş, oğlu babanın gözü önünde darağacına gönderen, idam edilecek iki oğlundan birini seçme hakkını babaya veren bir dehşet mekanizmasına bürünmüştü. Bu dönemin “Jozef K.”ye en çok benzeyen şahsiyeti, Maliyeci Cavit’tir. “Kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen” alıp götürdüler, bir süre sonra ailesine cesedi teslim edildi. İlerde sorun teşkil edecek adama, “muhtemel” bir suç bulunmuştu, olur da aptal İttihatçılar bir karşı devrime girişir de başarılı olurlarsa eğer içlerinde cumhurbaşkanlığı yapabilecek müktesebata sahip tek şahsiyet oydu. Bu “muhtemel tehlikenin” önüne geçmek için tıpkı Kafka’nın “Dava”sına benzer bir davada hızlıca yargılanarak idam edildi Cavit Bey.
Almanya’nın gökleri bu sırada yavaş yavaş kararmaya başladı. Kara bulutlar İtalya’ya, İspanya’ya doğru yola çıktı. Rusya’da Stalin diktatörlüğü bütün muhaliflerden kurtulma kararı almıştı. Stalin etrafına baktı, Türkiye’de Kemalistler bu işi tereyağından kıl çeker gibi hal etmişti, kurdukları mahkemeler........
© Habertürk
