Dado
Bir annenin başına gelebilecek en büyük felaket, küçük çocuğunu bir yatılı okula bırakıp gitmektir.
Bu felaket annemin başına geldi!
Gölgeler uzamış, güneş dağın arkasına bir el tarafından zorla itilmiş gibi kana kana batıyor.
Dağlardan dalga dalga hüzün yağıyor üzerimize.
Küçük elimi bıraktı, yüzüme değil karşıki dağlara baktı, güneşin kızıllığından kamaşan gözlerinden akan yaşları gizledi benden, “ağlamıyorum oğlum işte” dedi, içim bomboştu, sonra elimi yavaş yavaş bıraktı, son parmağım da sıcak avucundan düşerken, bir uçuruma yuvarladım, tam o esnada güneş büyük bir gürültüyle dağa girdi.
Kapkaranlık oldu her yer...
Gitti, ben uzun uzun baktım arkasından.
Beni orada, o yatılı okulda dipsiz bir hüzün kuyusuna dibine attı, ağabeyimle birlikte kör karanlığın içinde kayboldu gitti.
Annemden ilk defa ayrı düşüyordum.
Babam bir gezgindi, burada sınırın bu yakasında bizimleydi gövdesi; aklı, bilinci sınırın öte yakasında kalmış çocukluğundaydı sanki... Doğduğu evde, oradaki elma bahçesinde...
O yüzden bulduğu her fırsatta rızkımızı toplamak için alıyor katırını, gidiyordu oralara.
O yüzden onu çok az gördüm çocukluğumda.
Zaten koltuğunun altına sığınıp gezecek yaşa geldiğimde, bizi bırakıp temelli gitti cennetine.
Gitmeden önce, annemi sıkı sıkıya tembihledi, “Muhsin’i mutlaka okutun” dedi.
Kalakaldık dokuz kardeş, annemle baş başa...
Ondan korktuğu için mi, yoksa çok sevdi de vasiyetini çiğnemek istemedi mi, yoksa babasından aldığı okumanın erdemi dair terbiyeden miydi bilmem, yüreğini elini aldı, daha sekiz yaşında, koynundan çıkarmaya kıyamadığı oğlunu o soğuk, o her şeyi gri, o her şeyi berbat kömür ve ekşimiş yemek kokan kasvetli yatılı okula bırakıp gitti.
İlk gece yetim kaldım.
Yetimliğime uzun uzun ağladım.
Ertesi gün hasreti, kederi, özlemi öğrendim.
O gün öğrendiğim hasreti, özlemi o günün anısına bulaşık bir halde hâlâ en saklı yanımda taşıyorum.
Anneme duyduğum hasret, en kıymetli sermayemdir bugün.
Uzun yıllar, beni alıp o yatılı okula bıraktığı güne kadar hep “annem ölecek” korkusuyla girdim yatağa. Hangi tedirginlikle dalmışsam uykuya, aynı duyguyla uyandım her sabah. Her defasında orada, sabah namazından sonra yan yana dizilmiş, rahlenin önüne diz kırmış da muhteşem bir tilavetle, aynı ahenkle Kuran’ı Kerim okuyan ağabeylerimin birbirine karışan sesleriyle gözlerimi açtığımda, içime işleyen güven verici yaşama sevincini kutsal kelamın huzur verici tınısından mı alıyordum, yoksa annemin oğullarına bakarken yüzüne yayılan gülümsemesinin bana “şükür bugün de yaşıyor”un resmi olarak mı yansıyordu bilemedim.
İkisi de güzeldi.
Annem yaşıyordu ve ben büyüyordum.
Erken bir yaşta evlenmişti babamla.
On bir çocuk doğurdu.........
© Habertürk
