menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hakikatin çöküşü ve yeni gerçeklik rejimleri: Post-Truth çağında bilgi, siyaset ve güvenlik

17 0
21.11.2025

Hakikat, düşünce tarihinin en temel ve en tartışmalı kavramlarından biri olagelmiştir. Antik Yunan’dan bu yana filozoflar hakikatin doğası, kaynağı ve ölçütleri üzerine düşünmüş, hakikate ulaşmanın yollarını aramışlardır. Bu arayış, yalnızca felsefi bir problem değil, aynı zamanda siyasal, etik ve epistemolojik bir meselenin merkezinde yer alır. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle postmodern düşüncenin etkisiyle, hakikat kavramı ciddi bir epistemolojik sorgulamaya maruz kalmış ve bugünün “post-truth” olarak adlandırılan çağında, artık bir kriz haline dönüşmüştür.

Modernitenin hakikat anlayışı büyük ölçüde Kartezyen rasyonalizm üzerine inşa edilmiştir. Descartes'in “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi, bireysel aklın hakikate ulaşmadaki önceliğini tesis ederken, aynı zamanda nesnel bir gerçekliğe erişimin de mümkün olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu anlayış, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte geniş bir toplumsal ve siyasal projeye dönüşmüş, bilgiye, akla ve ilerlemeye dayalı bir evrensel hakikat rejimi kurulmaya çalışılmıştır.

Ne var ki bu rasyonalist paradigma, 19. yüzyılın sonlarına doğru ciddi bir eleştiriye maruz kaldı. Friedrich Nietzsche, hakikati tanrısal bir kategori olarak değil, insan iradesinin ve güç arzusunun bir ürünü olarak görür. Ona göre, hakikat dediğimiz şey aslında “unutulmuş metaforlar”dan ibarettir; insanlar tarafından oluşturulmuş ve zamanla doğallaştırılmış temsillerdir. Nietzsche’nin bu radikal perspektifi, hakikatin mutlak değil inşa edilmiş bir olgu olduğunu vurgular ve böylece modernitenin temel dayanaklarını sorguya açar. Onun bu yaklaşımı, ilerleyen yıllarda Michel Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisini temel alan düşüncelerinde yeniden yankı bulacaktır.

Foucault’ya göre, bilgi hiçbir zaman iktidardan bağımsız değildir; bilgi alanı, iktidarın örgütlediği bir sahadır. Bu bağlamda “hakikat” de iktidar tarafından kurulan, sürdürülen ve yeniden üretilen bir rejimin sonucudur. Foucault’nun “hakikat rejimi” kavramı, post-truth çağını anlamak için özel bir önem taşır; çünkü artık hakikat, nesnel bir gerçekliği yansıtmakla değil, belirli güç yapılarına hizmet etmekle anlam kazanmaktadır.

Jean Baudrillard ise bu süreci daha ileri bir boyuta taşır. Ona göre çağdaş dünyada artık hakikat, temsiller aracılığıyla değil, temsillerin temsilleriyle —yani simülakrlarla— yer değiştirir. Bu durum, gerçekliğin yerini hipergerçekliğin aldığı bir çağın kapılarını aralar. Baudrillard’ın ifadesiyle, “gerçek artık bir simülasyonun izi bile değildir; bir şeylerin kaybolmuşluğunun parodisidir.” İşte post-truth çağında gözlemlenen, duyguların ve kanaatlerin olgulara üstün gelmesi, bu simülakrlık düzleminde okunabilir. Gerçeklik artık olanı temsil eden değil, hissedileni çoğaltan bir medyatik düzlemde işlemektedir.

Hakikatin bu tarihsel ve felsefi dönüşümü, bugünkü post-truth ortamının entelektüel zeminini oluşturur. Bu kriz salt bir bilgi krizi değil, aynı zamanda insanın dünyayla, toplumla ve kendisiyle kurduğu ilişki biçiminin krizidir. Gerçekliğin anlamını yitirdiği, bilgiyle bağın zayıfladığı ve duyguların mutlaklaştırıldığı bir çağda, hakikatin ne olduğu kadar, ne işe yaradığı ve kimin için var olduğu da yeniden düşünülmelidir.

Post-Truth’un Toplumsal ve Teknolojik Koşulları

Post-truth çağının anlaşılmasında yalnızca felsefi arka plan yeterli değildir; bu çağın oluşmasında etkili olan toplumsal, kültürel ve teknolojik dönüşümlerin de dikkatle analiz edilmesi gerekir. Zira hakikatle kurulan ilişkinin değişmesi, yalnızca düşünce tarihinin evrimiyle değil, aynı zamanda bilginin üretim, dolaşım ve tüketim biçimlerindeki radikal değişimle de doğrudan bağlantılıdır. Özellikle dijital teknolojilerin yükselişi, sosyal medyanın yaygınlaşması ve bireyin enformasyon ekosistemindeki konumunun dönüşmesi, post-truth’u sadece bir söylem krizi olmaktan çıkarıp yapısal bir meseleye dönüştürmüştür.

21.yüzyılın ikinci yarısında kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, bilgiye erişimi kolaylaştırmakla birlikte, bilginin nicel olarak çoğalmasına ve niteliksel olarak ayrışmasına da neden olmuştur. Ancak asıl kırılma, internetin ve ardından sosyal medya platformlarının hayatın merkezine yerleşmesiyle yaşanmıştır. Artık bireyler yalnızca bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda üreticisi konumundadırlar. Bu durum, geleneksel medya kurumlarının “hakikat filtresi” olarak işlev gördüğü yapının çözülmesine ve bilgi otoritesinin dağılmasına yol açmıştır. Bilgi, doğruluğuyla değil, paylaşılabilirliğiyle ve duygusal etkisiyle değer kazanır hale gelmiştir.

Burada karşımıza çıkan temel problem “epistemik kopuş”tur. Gerçeklik algısının parçalanması, bireylerin birbirinden bütünüyle kopuk enformasyon evrenlerinde yaşamalarına neden olur. Algoritmalar, bireyin geçmiş davranışlarına göre içerik sunarak “onay baloncukları” (echo chambers) yaratır. Böylece kullanıcılar yalnızca kendi dünya görüşlerine uygun bilgileri görürken, zıt fikirlerle karşılaşma olasılığı neredeyse sıfırlanır. Bu dijital izolasyon, bilgiye dayalı uzlaşının yerini kanaat temelli kutuplaşmalara bırakmasına neden olur. Artık mesele doğru ya da yanlış değildir; mesele “benim gerçeğim” ile “senin gerçeğin” arasındaki farktır.

Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken bir diğer kavram, “duygusal hakikat”tir. Post-truth çağında hakikat, duygularla uyumluysa kabul edilir; olgularla çelişse bile, hissedilenin gücü daha baskın hale gelir. Donald Trump’ın başkanlık kampanyasında sıkça kullandığı ve Kellyanne Conway tarafından savunulan “alternatif gerçekler” söylemi, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir. Burada gerçeklik, duygusal rezonans yarattığı sürece geçerlidir. Toplumsal bellekte yer eden korkular, öfke, ötekileştirme arzusu ya da aidiyet duygusu, rasyonel analizlerin önüne geçer. Popülist siyasetçiler bu durumu........

© Haber7