menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Her gün insan kalabilmenin yolu: Kalbimize dönmek

8 6
22.06.2025

KALBİNİZ NEREDE!..

Bu feryat, Refah Sınır Kapısı’nda Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için direnen vicdan sahiplerinin haykırışıydı. Bu haykırış, sadece bir soru olmanın ötesinde kaybolan insanlığımıza atılan bir çığlıktı. Bir yürek yangını, umarsızca yanan vicdanların ateşi...

Karşılarında yalnızca onlara engel olanlar yoktu. Kalbinin sesini duymayanlar, gözünü kapatanlar, zulme seyirci kalanlar da vardı. Bu çağrı hem Gazze için hem de tüm insanlık için yükselmiş bir ikazdı: Günlük koşturmaların, ekranların, çıkar hesaplarının ve sorumluluktan kaçışların arasında kaybolan kalbini hatırlıyor musun?

Duyarsızlık bir çağın ruhuna dönüşmüşse, düşünmek bir devrimdir.
Sustuğun yerde bir çocuk ağlıyorsa ve o çocuğun gözyaşları senin kalbinde bir yara açmıyorsa felaket yalnızca dışarıda değil; içindedir ve asıl korkunç olan, o yaranın artık acıtmıyor oluşudur.

İşte tam da burada Cengiz Aytmatov’un şu sözü yankılanır kulaklarımızda:
“İnsan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”

Evet, her gün insan kalabilmek... Belki de en büyük mücadele bu: Yüreğin pas tutmadan, merhametin körelmeden, bakışların donmadan yaşayabilmek. İnsanlığını kaybetmemek, kaybolanlar arasında kaybolmamak. Her gün şahit olduğumuz bir haberle insan kalabilmek sınavından geçiyoruz; kalbiyle yaşamak, zulme kayıtsız kalmamak, acıya yabancılaşmamak sınavından.
İşte bu sınavı geçebilmek, ancak tefekkürle mümkün olabilir, hikmet ise bu yolculuğun meyvesidir ve bu meyve bilmekten öte hisseden, dertlenen ve gayret edenlerin nasibidir.

İnsan, dış dünyanın gürültüsünden uzaklaştıkça ve kendine vakit ayırıp tefekkür edebildikçe hakikate yaklaşır.

Tefekkür, bu çağın en büyük ihtiyacıdır; çünkü tefekkür düşünmek değil sadece, kalple görmek, ruhla anlamak, hakikati kuşanmak demektir.

Kalbine dön!
Çünkü kalbini yitiren, yönünü kaybeder.
Çünkü kalbi kararanın zihni dağılır, sesi kısılır, duruşu çöker.

Bugün insanlık, teknolojiyle hızlandı; ama kalbiyle bağını yitirdi.
Zihinler bilgiyle doldu; ama kalpler anlamdan mahrum kaldı.

Artık sadece görmek yetmiyor.
Hissetmek, düşünmek, hatırlamak, hareket etmek gerekiyor.

Kalbini susturanlara karşı sesini ve sözünü yükseltmek isteyen, içinde gözü yaşlı bir çocuk taşıyan, kendisiyle yüzleşmek isteyen herkes “Kalbiniz Nerede?!” çağrısına kayıtsız kalamaz. Bu çağrı, insanın var oluşuna, sorumluluğuna ve hakikate dair bir davettir.

Durup düşünmeli insan:
Vicdanım ne zamandır susturulmuş durumda?
Ben bu dünyanın neresindeyim, benim kalbim nerede?
Her gün insan olmak ve insan kalmak sınavından geçebiliyor muyum?
Şahit olduğum her şey benden hangi cevabı bekliyor?

İnsanın kendine yönelttiği bu sorular birer muhasebe kapısıdır. Her cevap, hakikate bir adım daha yaklaşmaktır; çünkü düşünen her kalp, yeni bir diriliş ihtimali, gönül coğrafyamız ve insanlık için bir umut demektir.

Neyi kaybettiğini hatırlayan ve kalbini arayanlar, bir gün elbet o kapıdan içeri girecekler ve işte o zaman her şey yeniden başlayacak; ama bu kez içeriden dışarıya doğru. Kendileri hakikatin nuruyla aydınlananlar, ellerinde meşalelerle başkalarının karanlığına da ışık tutacaklar. Yeryüzünde fitneden ve zulümden eser kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya, iyilik, merhamet ve adalet her yerde hâkim oluncaya kadar da yürümeye devam edecekler.

KALBİYLE DÜŞÜNEN İNSAN

“Kalbiniz nerede!.." çağrısına kulak vermek isteyen için tefekkür, yüreğin sessiz çığlıklarını duymak, ruhun fısıltılarına kulak vermektir. Bir an durup, 'Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?' diye sormaktır kendine. Belki de en çok, unuttuğumuz bir şeyi hatırlamaktır: İnsan olduğumuzu.

Zihnî bir çaba olmaktan daha çok ahlâkî bir sorumluluktur tefekkür; zira insanın düşünebildiği kadar erdemli, duyabildiği kadar merhametli, hissedebildiği kadar insan kalabildiği bir çağdayız.

Tefekkür; hayatın akışına bilinçli bir ara verme cesaretidir.
Savrulmaya karşı duruş, özün silinmesine karşı fıtrata yöneliştir.
Ruhun dinlenmesi, kalbin arınması ve hayatın yeniden istikamet bulması bu duruşta saklıdır.

Tefekkür, dış dünyadan ziyade iç dünyayla yürütülen bir muhasebe biçimidir. Bu muhasebe, ahlâkı vicdanla inşa eder. Sessizliğe yönelen her insan, içinde bir pusula bulur. O pusula, onu doğruya, iyiye ve adalete taşır; çünkü gerçek düşünce, davranışta ahlâk olarak zuhur eder.

BİR DÜŞÜNME YOLCULUĞU OLARAK TEFEKKÜR

Düşünmek, insana bahşedilmiş en ayrıcalıklı vasıflardan ve insanı diğer varlıklardan ayıran temel istidatlardan biridir; ancak bu özellik, salt bilgi toplamanın ötesine geçerek anlamı kavrama, hakikate yönelme ve davranışa yön verme gücünü de içerir. İslam düşüncesi bu süreci sıradan bir etkinlik olmanın ötesinde anlamlı bir yolculuk olarak görür. Bu yolculuk, zaman içinde çeşitli kavramlarla zenginleşmiş ve çok katmanlı bir zihnî sistematiğe dönüşmüştür.

Düşünmek İçin Durmak Gerekir

Pek çok dilde “durmak” ve “anlamak” kelimeleri, adeta aynı kökten filizlenmiş gibidir. Farklı coğrafyalarda, farklı dillerle ifade edilse de aynı hakikati işaret eder: Anlamak için düşünmek, düşünmek için de durmak gerekir.

Arapçada “vakafe” kelimesi “durmak” anlamına gelir; ama bu, sıradan bir duruş değildir elbette. İçe yöneliş, dikkat kesilme ve anlamaya hazır hâle gelmedir bu. Aynı kökten gelen “vâkıf olmak” ve “vukûfiyet”, bilgiyle birlikte hikmeti de sezebilme maharetini anlatır. Yani, durmadan derin kavrayış doğmaz. Gönül gözüyle bakıldığında durmak, düşünmek için gerekli bir eşiği geçmek gibidir.

Türkçede ise “durmak”, sadece fizikî hareketin kesilmesi gibi anlaşılsa da bilinçli bir içe yöneliş anlamına gelir. “Dur, dinle!” denildiğinde zihinle beraber kalp de çağrılır. Bu çağrı, yüzeyde değil, derinlerde karşılık bulur. Durmak, düşünmenin başlangıcıdır. Milan Kundera, Yavaşlık adlı eserinde tam da bu hakikate dikkat çeker: İnsan hızlıyken düşünemez. Düşünmek ya da bir şeyi hatırlamak için yavaşlaması, hatta tamamen durması gerekir; çünkü hafıza da tefekkür gibi ancak sükûnetle çalışır.

Azerbaycan Türkçesinde bu ilişki daha da berrak biçimde görünür. Orada “düşmek” fiili, bizim dilimizdeki durmak, duraklamak anlamında kullanılır. “Başa düşmek” ise “anlamak” demektir. “Anladım” yerine “başa düştüm” denir. Burada “baş”, düşüncenin merkezi; “düşmek” ise ona varmak, onda durmak anlamı taşır. Dikkat edilirse düş görmek, düşlemek, düşünmek, başa düşmek gibi fiillerin hepsi, bir iç duruşun ve anlam arayışının farklı boyutlarını temsil eder.

Ehlince malumdur ki İngilizce, Almanca ve Yunanca gibi diğer dillerde de benzer bir ilişki olduğu ifade edilir.

Tüm bu örnekler, ortak bir hakikate işaret eder: Hız ve tüketim çağında her şeyin koşturarak yaşandığı bir dünyada, durmayan anlayamaz; düşünmeyen derinleşemez.
İnsan, ne zaman ki gerçekten durur; kalabalıkların gürültüsünden, ekranların parıltısından, gündemin hengâmesinden bir adım geri çekilir, işte o zaman görmeye, düşünmeye ve anlamaya başlar.

DÜŞÜNCENİN KATMANLARI: KAVRAMLARLA ZİHNÎ YOLCULUK

Tefekkür, düşünceyi yüzeyden derinliğe taşıyan köklü bir kavramdır. Etimolojik kökeni, “kabukları aşmak”, “içe yönelmek” ve “manaya ulaşmak” anlamlarını içerir. Tefekkür, olaylara ve varlığa yalnızca gözle bakmakla yetinmeyip onların ardındaki anlamı sezme çabasıdır; o bilgiyle hayata ve hakikate yönelmek anlamına gelir.

Bizim medeniyetimiz, düşünmeyi çok katmanlı bir yolculuk olarak sunar. Bu yolculuk, insanın hem dış dünyayla hem de kendi iç âlemiyle bağ kurduğu bir derinlik arayışıdır.

Her şey tahayyül ile başlar. Zihin, bir düşüncenin ilk izini hayal yoluyla yakalar. Bu iz, tasavvur ile şekle bürünür, bir kavram hâlini alır. Ardından taakkul gelir: Kavramlar arasında bağ kurarak akıl yürütme, karar verme ve yön tayin etme becerisi gelişir.

Bu........

© Haber7