Rüzgar Gibi Geçti
Rüzgar Gibi Geçti (Gone with the Wind), sinema tarihinin en ikonik ve etkileyici yapımlarından biri olarak kabul edilir. İlk bakışta, film görkemli prodüksiyonu, unutulmaz müzikleri ve oyunculuklarıyla adeta büyüleyici bir sanat eseri olarak izleyiciyi derinden etkiler. Vivien Leigh’in Scarlett O’Hara’sı, Clark Gable’ın karizmatik Rhett Butler’ı ve Olivia de Havilland’ın Melanie’si, sinema sahnesinde unutulmaz bir üçlü oluşturur. Teknik açıdan film, dönemin sinematografisi için bir dönüm noktasıdır; renk kullanımı, kamera açıları ve prodüksiyon tasarımı hâlâ derslerde incelenir. Ancak, bu görkemin arkasında yatan ideolojik sorunlar, filmin etkisini tartışmasız biçimde gölgeler.
Öncelikle, filmin sunduğu tarihsel anlatının ne denli taraflı ve çarpıtılmış olduğunu anlamak gerekiyor. Rüzgar Gibi Geçti, Amerikan İç Savaşı ve sonrasını Güneyli aristokrasinin trajedisi perspektifinden ele alırken, kölelik sisteminin insanlık dışı doğasını neredeyse tamamen yok sayar veya romantikleştirir. Bu, sadece “dönemin ruhu” ile açıklanabilecek basit bir tarihsel kusur değildir; aksine bilinçli bir anlatı tercihi ve politik bir duruştur.
Filmin en tartışmalı karakterlerinden biri olan Mammy, Hattie McDaniel’ın Oscar kazanmasını sağlamış bir performans olmasına rağmen, içerdiği ırkçı stereotiplerle bugünün gözünden bakıldığında kabul edilemezdir. Mammy, beyaz efendilerine karşı koşulsuz bağlılığı ve kendi kişiliğinin neredeyse tamamen silinmişliğiyle, Malcolm X’in “ev........
© Günışığı Gazetesi
