Kuzey Buz Denizi’nde ‘ringa’nın peşinde
Bu hafta size lezzetli bir yazı yerine, bir macera yazısı sunacağım. Toz duman olmuş Türkiye’de konuyu biraz dağıtmak istedim. Umarım, bu konu yasak kapsamına girmez. Kuzey Buz Denizi'nde İzlandalı balıkçılarla çıktığım ringa avını anlatacağım. Bir yandan ürpertici bir deniz, bir yandan nefes kesen kutup soğuğu. Korkularım, pişmanlıklarım ve duyduğum sonsuz mutluluk. Bilmem bu kişisel macera hoşunuza gidecek mi?
Bir yandan teknenin sallantısı, diğer yandan bir akşam öncesinden fazla kaçan içki. Başım adeta kazan gibiydi. Kuzey Buz Denizi'nin koyu lacivert sularına baktıkça, tekneye bindiğime pişman oluyordum ama iş işten geçmişti. Balığı bulmadan karaya dönmeyeceğimize göre, sürülerin görünmesi için dua etmekten başka yapacak bir şeyim yoktu.
Her şey fiyortta düzenlenen, ringa balığı ziyafetiyle başlamıştı. İzlanda'nın en kuzeyinde, bir fiyordun kıyısındaki Eskifjördür adlı balıkçı köyünde rastladığım Kemal ile Gökhan adlı Türk balıkçılar, ringaları mangalın üstüne dizmişler, yanında da evde damıttıkları sarımtırak rakıyı ikram etmişlerdi. Kokuyu duyan kızlı erkekli diğer balıkçılar da partiye katılınca bende ip kopmuştu.
Kaptan köşkünün buğulu penceresinden, kaba dalgalı lacivert denize bakarak bir gece önce olanları hatırlamaya çalışıyordum... Yemekte, ringa avına beni de götürmek için epey ısrar etmişlerdi. Ben ise küçücük tekne ile ucu bucağı görünmeyen bu denize açılmaktan korktuğumu açık açık söylemiştim. Hatta denizin çalkantısına, midemin dayanamayacağını da belirtmiştim. Ama su katılınca sarı renge dönüşen rakıyı, birbiri ardına yuvarlayınca tüm korkularımdan sıyrılmıştım. Hele menekşe gözlü, uzun boylu balıkçı kızlar da ısrarcı olunca, 'Peki gelirim' demekten başka seçeneğim kalmamıştı.
Keşke demez olsaydım...
KÜLOTLU ÇORAP
Biraz ayılmak için kaptan köşkünden dışarı çıktım. Rengi konusunda karar veremediğim deniz, hiçbir görüntüyü yansıtmayan siyah bir aynaya benziyordu. Islak serinlik, üstümdeki giysi katmanlarını delip geçiyor, adeta kemiklerimin içindeki iliğimi donduruyordu. Balıkçılar, altıma giymem için naylon külotlu çorap vermişlerdi. Onlara göre bu çorap, kutup soğuklarına karşı birebirdi. Ama bende işe yaramamıştı. Kutuplardan, buzulların soğuğunu yüklenerek kopup gelen rüzgar, değdiği yeri bıçak gibi kesiyordu.
Dünyanın ilk yaratıldığı gündeki gibi tertemiz olan hava, tuzlu bir soluk gibi doluyordu içime. Dışarıda beş dakika durmam, her tarafımı uyuşturmuş ama aynı zamanda da ayıltmıştı. Kemal'in uyarmasıyla tekrar kaptan köşküne çekildim.
Tayfalar, köşedeki küçük televizyonun başına toplanmış, müzik programını izliyorlardı. Bir süre tayfalara baktım; uzun boylu, kaba saba bir yabanlıkla nazlı bir çocuk karışımındaydılar. Bana da aralarında yer açtılar ama filme bir türlü konsantre olamadım.
Radarın başında, denizin dibini tarayan kaptanın yanına gittim. Matarasından viski doldurduğu küçük bardağı bana uzattı, 'İyi gelir' dedi. Yanında da meze olarak, galeta benzeri bir iki kurutulmuş balık verdi. Bir dikişte içkiyi bitirdim. Boğazımda ve midemde meydana gelen yangını söndürmek için de kurutulmuş balığı........
© Gazete Pencere
