menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Başar Başarır’dan atasözleri defteri: “Fukaranın ahı tahtından indirir şahı”

15 0
29.06.2025

“Atasözlerine eskiden beri meftunum” diyen Başar Başarır, ‘Fukaranın Ahı’ adını verdiği yeni kitabında bir atasözleri defteri tutuyor. Yanlış duymadınız bu bir kitap değil, bir defter. Hem de içinde atalarımızın yüz yıllar önce söylediği bugün de hala geçerliliğini koruyan sözler var. Başarır defterinde onları öyle bir harmanlıyor ki günümüzle bağlıyor ve okura sorular soruyor. Bazen hiç düşünmediğiniz biçimde bir atasözüne farklı açıdan bakarken buluyorsunuz kendinizi. Bazı sözler o kadar çok kadınların söylediklerini çağrıştırıyor ki onlara atasözü demek yerine ana sözü demeyi tercih ediyor. Başarır’la söyleşimize kitaba adını veren fukaranın ahından başladık.

Neden Fukaranın Ahı? Bunu kitapta da anlatmıyorsunuz.

Anlatmıyorum çünkü kitaplar teorik olarak uzun mesafe koşuları. Bir kitap yayınlıyorsanız temel beklenti kalıcı olmak. Kitap çıktıktan on yıl sonra hatırlanıyorsa bir anlamı var. İyi bir kitap on yıl sonra da kalacaktır. Böyle baktığım için kitapta İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının eften püften sebeplerle içeriye atılıp hukuka siyaset darbesinin vurulmasından bahsetmedim. Çünkü belki on yıl sonra bunlara güleceğiz. “Fukaranın ahı, tahtından indirir şahı” doğrudan Türkiye’nin içinden geçtiği politik kaosa ve hukuksal çöküşe yönelik bir sözdür ama elbette ki bu güzel sözü ben uydurmadım; atalarımızın sözü. Kitapta da söylediğim gibi temenni mahiyetinde söylenen bir söz. Çünkü biliyoruz ki hayatta işler böyle olmuyor. Fukaranın ahı şahları kolay kolay tahttan indirmiyor. Bu dua uzun zamanlar içinde yerine geliyor. Biz yine de canı yürekten söyleyelim.

“ATASÖZLERİ BİR ÇEŞİT ARKEOLOJİ”

Atasözlerine olan meftunluğunuz nereden geliyor?

Türkçeyi çok seviyorum. Eskisiyle, yenisiyle, günceliyle, her haliyle seviyorum. Atasözleri de bir dilin en önemli hazinelerinden biri. Dil maceranız boyunca ürettiğiniz toplam dağarcığın çekirdeği atasözlerinde duruyor. Tabii bu bütün atasözleri çok iyidir anlamına gelmez. Bugün için çağ dışı kalmış birçok atasözü de var ama dil değeri olarak onlar benim için hâlâ kıymetliler. Onları da deftere yazıyorum. Defterime kitaba koymadığım, dile getirmediğim, tekrar üretilmesine destek olmak istemediğim atasözlerini de yazarım. Bu sözler Türkçe konuşan insanın ne olduğunu anlatır bize. Atasözlerine bakarak toplumu anlamaya çalışmak bir çeşit arkeoloji aslında.

Neden bir kitap değil de defter? Atasözlerinin nesiller boyu aktarıldığından söz ederek bunu açıklıyorsunuz ama bir yandan da okura “Bir kitabı defterden ayıran nedir?” diye soruyorsunuz? Nedir bu ayrım? Kitap aslında yazarın bitmiş defteri değil midir?

Özünde bütün kitaplar bir defter olarak başlar hayatına. Bir defter alır ve yazmaya başlarsın. Çoklukla o defter bir kitap olmayı arzular ama hepsi olamaz elbette. Kitaba dönüştüğü zaman içeriği değişmemiştir. İkisinin içinde de aynı şey yazar. Fakat zaman denen o büyük yargıcın önüne çıkıp muhakeme gördüğünde kitap kalıcı olmayı başardıysa yıllar sonra da okuruz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü söyleşi öncesi konuştuk seninle. Neredeyse 75 yıl olmuş. Bu çerçevede eğer kalıyorsa iyi ki kitap olmuş deriz ama birinci baskıda unutulup gidiyorsa basılmış, basılmamış önemi yok! Defter dememin sebebi ise başrolde atasözleri var ama atasözlerinin telifi bana ait değil, atalarımızın sözleri.

Babanız köy enstitülü bir ilkokul öğretmeni ve babanızdan size kalan atasözlerine de defterinizde yer veriyorsunuz. Örneğin; “Karnı doyan misafir pabuçlarını arar.” Bu ilginin ardında babanızın etkisi olduğu aşikâr değil mi?

Peder bey rahmetli acayip bir adamdı. Çok güzel lafları vardı. Atasözleriyle, deyimlerle, Türkçeyle köprümü kuran babamdır. Sözlü kültür adamıydı. Önce dedemden başlayayım. Dedem iki savaş gazisi, Balkan ve Çanakkale Savaşlarından sonra köye topal dönmüş ve köylü de dedeme acıyıp kahveyi işletmesi için vermiş. Babam kahvecinin oğlu, ayrıcalıkları olan bir çocuk. Bir kere şeker çuvalına yakın. 1936 doğumlu. Üç yaşından itibaren savaş var, şekerin yanında olmak çok kıymetli. Kahvede herkes sigarayı mangaldan yakıyor. Babam da maşayı tutuyor ve yetişkinlerin arasında laf dinliyor. Kahvede büyüdüğü için köy ağzını çok iyi biliyor. Dokuz yaşında dedem ölüyor, babam kardeşleriyle ortada kalıyor. Annem halalarımı evlendiriyor, babamı da köy enstitüsüne yatılı veriyorlar. Lakin babamın okumakla yazmakla bağı yok! Haylaz, yaramaz bir çocuk. Hatta ilkokul birde sınıfta kalmış bir çocuk. Köy enstitüsüne gittiği zaman deneme sınavı yapıyorlar, okuma yazma çat pat, dört işlem nafile. Hazırlık okuyacaksın diyorlar. Enstitüden çıktığı zaman hayatın kaç bucak olduğunu anlamış durumda. Tayini Afyon’da bir kasabaya çıkıyor. Anadolu’dan dönüp İstanbul’a geldiğinde evleniyor, çoluk çocuk sahibi olunca anlıyor ki öğretmenlikle para yetmeyecek. Yarım gün Aksaray-Eminönü hattında dolmuş şoförlüğü yapmaya başlıyor.

O da günlük dile hâkim olmasını sağlayan bir deneyim.

Şoför argosu acayip bir şey, genellikle de müstehcen.........

© Gazete Pencere