Sistemin Gölgesinde: Sinemada Politik Distopyalar
Distopyalar, edebiyattan sinemaya uzanan geniş bir hayal gücü alanında, genellikle gelecekte geçen karanlık dünyaları anlatır, bugünle ve bugünün düzeniyle ilgili çok şey söyler. Politik distopyalar ise bu türün en sert, en kışkırtıcı, çoğu zaman da en gerçekçi alt başlığı olarak görülebilir. Çünkü bu filmlerde anlatılan geleceğin otoriter rejimleri, baskıcı sistemleri ya da çöküşe sürüklenen toplumları, yalnızca kurgusal bir evrende var olmaz. Bugünün politikaları, iktidar yapıları ve sosyal korkularından beslenirler. Bu nedenle politik distopya filmleri, yalnızca bir tür eğlence değil, aynı zamanda güçlü bir eleştiri aracı olarak karşımıza çıkar. Seyirciye, yaşadığı dünyanın görünmeyen sınırlarını, dayatmalarını ve çelişkilerini sunan ayna tutar.
Bu türdeki anlatılar, bireyin sistemle olan ilişkisini temel çatışma ekseni olarak alır. Karakterler çoğu zaman baskıcı rejimlerin içinde sıkışmış, kimliğini ve iradesini yitirmiş ya da sistemin dışında kalmaya çalışırken bir başka kontrol biçimiyle karşı karşıya kalmış figürlerdir. Distopik dünyalar; propaganda, bürokrasi, gözetim, yoksulluk, tüketim, yabancılaşma ve direniş gibi temalarla örülür. Politik distopyalarda insan, yalnızca var olmak için değil, düşünmek, hissetmek ve sevmek için de savaşmak zorundadır. Bu türün sinemadaki yansımaları hem biçimsel hem de içerik düzeyinde birbirinden çok farklı yollar izlese de, hepsi ortak bir kaygıda birleşir: Güç ve kontrol ilişkilerinin insan ruhunda açtığı yarayı ifşa etmek.
Children of Men (Yön. Alfonso Cuarón, 2006)
“Çocuk seslerinin kaybolmasıyla umutsuzluk çöktü. Çocuk sesleri olmayan bir dünyada neler olduğunu görmek çok garip.”
Alfonso Cuarón’un Children of Men (2006) filmi, doğurganlığın yok olduğu ve insan soyunun sonunun yaklaştığı bir distopyada geçer. Toplum, umutsuzluk, kaos ve devlet şiddetiyle kuşatılmıştır. Göçmenler izole kamplara kapatılırken, baskıcı rejimlerin “güvenlik” adı altında bireysel özgürlükleri yok ettiklerini görürüz. Bu karanlık dünyada, mucizevi şekilde hamile kalan genç bir kadının güvenli bir yere ulaştırılma çabası, hem bir umut hikâyesine hem de politik bir direnişe dönüşür.
Film, göçmen krizleri, otoriter devlet yapıları ve umutsuzluk çağında insanlığın neyi korumaya değer bulduğuna dair alegori sunar. Cuarón’un uzun planlarla ördüğü sinematografisi, ekran karşısındaki bizleri olayların merkezine çekerken, distopik dünyanın soğuk gerçekliğini çarpıcı bir biçimde hissettirir. Children of Men, izleyiciyi zamanla daha da güncel hale gelen politik ve etik sorularla baş başa bırakır: Umutsuzluk içinde umut nasıl korunur? Ve insanlık, yok oluşun eşiğinde neyin mücadelesini verir?
Golem (Yön. Piotr Szulkin, 1980)
“Sistem seni yarattı. Onu sorgulaman yasak.”
Piotr Szulkin’in Golem’i (1980), klasik efsaneyi bilim kurgu ve totaliter distopyayla harmanlayarak Soğuk Savaş döneminin paranoyasını ve birey üzerindeki baskıyı modern bir kabusa dönüştürerek izleyiciye aktarır. Filmde, bir hastanede yatan ve istemsizce bir deneye maruz kalan başkarakter, zamanla “yeni bir insan” yaratma projesinin parçası olur. Devletin biyolojik ve zihinsel müdahaleleriyle yeniden şekillendirilen bu insan, giderek bir iktidar aygıtına dönüşürken, kimliğini ve özgür iradesini kaybeder.
Film izleyiciye hem insanın doğasını hem de birey-devlet ilişkisini sorgulayan karanlık bir alegori sunar. Golem, burada yalnızca mistik bir varlık olarak değil; devletin kontrol ettiği, düşünceleri belirlenmiş, duyguları bastırılmış yeni bir vatandaş prototipi olarak karşımıza çıkıyor. Gri tonlarla bezeli şehir atmosferi ve ruhsuz yüz ifadeleriyle kurulan dünya, Polonya’nın sosyalist rejimine bir eleştiri olarak okunabilir. Szulkin’in sineması, Orwell’vari bir distopyayı izleyicisine anlatmakla kalmaz, ona en derinden yaşatır. Boğucu, kaotik ve kaçışsız.
© Film Hafızası
