Irk, Kan ve Blues Arasında Gotik Bir Hatırlayış: Sinners (2025)
Karanlık gecelerin, küf kokulu kiliselerin ve yankılanan çığlıkların merkezine yerleşmiş bir vampir anlatısı olan Sinners (2025), yüzeyde klasik bir korku filmi gibi görünse de, alt katmanlarında Amerika’nın tarihsel suçlarını ve kolektif hafızasını sorgulayan derin bir metin sunar. 1930’ların Mississippi Deltası’nda geçen film, blues müziğini hem estetik hem de anlatı düzeyinde merkezine alırken, Afro-Amerikan tarihinin karanlık sayfalarını vampir metaforuyla birleştirerek travma, sömürü ve direnişi görselleştirir. Bu bağlamda film, ırk kuramı, gotik edebiyatın politik yorumları ve kültürel bellek çalışmaları çerçevesinde değerlendirilmeyi hak eder.
bell hooks’un ısrarla altını çizdiği gibi, siyah varoluş yalnızca görünürlükle değil, aynı zamanda “kendi tarihini ve acısını kendi sesiyle anlatma hakkı” ile ilgilidir. Sinners, tam da bu noktada, sessizleştirilmiş Afro-Amerikan hafızayı blues’un ezgileriyle yeniden konuşturur. Filmde, şehirdeki yozlaşmış beyaz vampirler yalnızca fiziksel tehdit olarak değil; aynı zamanda siyah bedenin, emeğin ve kültürün tarih boyunca nasıl sömürüldüğünün bir temsili olarak belirir. Paul Gilroy’un “The Black Atlantic” adlı çalışmasında önerdiği gibi, siyah kültürel üretim –özellikle müzik– bir tür direniş epistemolojisidir. Sinners bu direnişi, karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmesinde, intikam duygusunda ve Blues’un yankısında görünür kılar.
Kanın Hafızası, Müzik ve Direniş
“Siyahlar yalnızca sömürülmedi; aynı zamanda unutulmaya da zorlandı.” Bu cümle, Frantz Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de çizdiği sömürgeleştirilmiş öznenin psikolojik haritası kadar, Sinners filminin derin anlatı yapısını da özlü biçimde özetler. Filmde Mississippi Deltası’na dönen ikiz kardeşler, yalnızca fiziksel bir yere değil, bastırılmış tarihsel bir belleğe doğru yol alırlar. Bu dönüş, mekânsal olmaktan çok ontolojiktir. Fanon’un betimlediği gibi, siyah özne yalnızca dışsal bir baskıya değil, içselleştirdiği beyaz bakışın sürekli parçaladığı bir benliğe sahiptir. Sinners’taki karakterlerin geçmişe döndüklerinde hayaletlerle (hem literal hem simgesel anlamda) karşılaşmaları, Fanon’un “bölünmüş benlik” analizinin sinemasal karşılığıdır. Vampir figürü bu bağlamda yalnızca bir korku ögesi değil, beyaz normların, kimlik çarpıtmasının ve tarihsel bastırmanın vücut bulmuş halidir.
Fanon’un “benliğin yabancılaşması” fikri, filmdeki karakterlerin sürekli aynaya bakma, sesini tanıyamama, kendi öfkesini sahiplenememe gibi sembolik anlarında görünür olur. Vampirleşmiş bedenler, yalnızca kan emen değil, belleği silen, kimliği dönüştüren, siyah özneyi kendine yabancılaştıran varlıklar olarak tasvir edilir. Bu anlamda vampir, Fanon’un deyişiyle “beyaz bilinçle lekelenmiş siyah benlik”tir. Film boyunca süren bu ontolojik gerilim, karakterlerin dönüş yolculuğunda ruhsal bir parçalanmaya ve aynı zamanda bir yüzleşmeye evrilir.
Öte yandan Paul Gilroy’un The Black Atlantic’te geliştirdiği “diasporik bilinç” kavramı, filmde en güçlü biçimde müzik aracılığıyla görünür kılınır. Sinners, blues müziğini yalnızca bir estetik unsur olarak değil, bir halkın kolektif hafızası ve direniş biçimi olarak kurar. Blues’un taşıdığı hüzün, yoksulluk, aidiyetsizlik ve kurtuluş arzusu, filmdeki karakterlerin kişisel hikâyelerini aşarak siyah deneyimin tarihsel sürekliliğini yankılar. Gilroy’un belirttiği gibi diaspora, yalnızca fiziki bir dağılma değil; aynı zamanda zamansal ve duygusal bir bölünmüşlüktür. Filmde her notaya sinmiş acı, bu bölünmüşlüğün hem tanıklığı hem de isyanıdır.
Blues’un filmdeki kullanım biçimi, aynı zamanda kültürel sömürgeleştirmenin bir eleştirisini de içerir. Vampirlerin, siyah müziği çarpıtarak beyaz kitlelere satan bir grup olarak sunulması, Gilroy’un müzik üzerinden dile getirdiği kültürel sömürü tespitinin sinemasal bir alegorisi haline gelir. Burada........
© Film Hafızası
