Bir Masalın Gölgesinde: En Değerli Hediye (2024)
“Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar kocaman bir ormanda yoksul bir oduncu adam ile yoksul karısı yaşarmış. Hayır hayır hayır hayır, içiniz rahat olsun, Parmak Çocuk değil bu. Hiç ilgisi yok. Sizler gibi ben de o gülünç hikâyeden nefret ederim. Besleyemedikleri için çocuklarını terk eden analar babalar nerede, ne zaman görülmüş? Geçelim… Her neyse, bu kocaman ormanda büyük bir açlık ve büyük bir soğuk hüküm sürermiş. Özellikle de kışları. Yazları ormanın üzerine kavurucu bir sıcaklık çöküp o şiddetli soğuğu kovar, püskürtürmüş. Buna karşılık açlık, özellikle bu ormanın etrafının dünya savaşıyla kasılıp kavrulduğu o zamanlarda açlık hiç eksilmeyen bir şeymiş. Dünya savaşı, evet evet evet evet evet.” [1]
Yukarıdaki ifadelerle başlayan; Jean-Claude Grumberg’ün Yüklerin En Değerlisi: Bir Masal’ı (2020), II. Dünya Savaşı sırasında büyük bir ormanın kıyısında yaşayan yoksul bir oduncu çift ve tren vagonundan atılan bir bebeğin etrafında kurulur. Metin, Holokost’u doğrudan adlandırmadan, masal biçiminin mesafesiyle anlatır. Lakin anlatıcının yukarıda dillendirdiklerinin aksine tam da çocuğunun yaşam hakkını muhafaza edemeyeceği için onu terk eden bir babanın eylemiyle başlar her şey. Zira “devlet baba” yolun sonunda ne sunduğu tahmin dahi edilemeyen bir yolculuğa çıkarmıştır onları. Bu nedenle masaldaki baba, çocuğunu bilinmezliğe terk etmeyi tercih eder. Tıpkı savaş yıllarında Avrupa’da çocuğunu besleyemediği için gerçekten ormana terk eden birçok ebeveynin yaptığı gibi. Fakat masal, tam da anlatısının başına tutturduğu ifadelerini desteklercesine tüm bu dehşetengiz atmosferden sakınarak naif bir anlatım benimser. Eserdeki yalın dil ve kısa cümleler, çocukların da okuyabileceği bir üst katman sunsa da metin esasen yetişkin okuru sorumluluk, korku ve suskunluk üzerine düşünmeye çağırır. Kitaptaki “en değerli hediye” ifadesi, insanı nesneye indirgeyen bakışa karşı bir itirazdır; masal büyük tezler kurmak yerine gündelik davranışlara, komşuluk ilişkilerine ve sessizliğin sonuçlarına odaklanır. Duygusal çağrışımlar bulunsa da anlatı çoğunlukla mesafesini korur ve küçük hacmi içinde net bir etik tartışma alanı açar.
Grumberg’ün Yüklerin En Değerlisi: Bir Masal’ı; felaketi büyük tezlerle değil, kenardaki insanların tereddütlerine yaklaştıran yalın diliyle aktarır. Ad koymadan, masalın mesafesiyle konuşur ve okuru gösterişli empatiden çok sessiz bir yüzleşmeye çağırır. Beyazperdedeki temsili de —epilog dışında— aynı çizgiyi izler: Michel Hazanavicius’un En Değerli Hediye / La Plus Précieuse Des Marchandises (2024) isimli animasyon uyarlaması, bu etkiyi klasik 2D el çizimiyle sinemaya taşır; diyalog az, anlatıcı belirleyicidir; şiddet yalnız soykırım kamplarına kurban taşıyan tren raylarının ritmi ve dumanın iziyle duyurulur. Film, kitabın evrensel tonunu korurken köy/orman ölçeğinde gündelik hareketlerin nasıl bir düzeni sürdürdüğünü görünür kılar; sayfalardaki tutumlu anlatımı perdede sese, boşluğa ve ritme çevirir. Ne var ki uyarlama, babanın hattını genişleten epilogla metne sadakati aşar; gündelik hayat üzerinden kurulan etik etkiyi fazla görünürleştirerek inceliğini zayıflatır. Buna rağmen film, çizgi ve sesin tutumlu omurgasıyla küçük eylemlerin belirleyiciliğine işaret etmeyi sürdürür.
En Değerli Hediye, epilog sahnesindeki gibi direk en tepedeki faili jurnallemenin aksine bireyin gündelik ve sıradan görünen seçimleri üzerinden biçimlenir. Film, etik sorumlulukları tartışmaya açan yapısıyla, Holokost sonrası düşüncenin üç önemli kavramıyla kesişim kurar: Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı”, Primo Levi’nin “gri bölge” ve Michael Rothberg’in “bağlantılı özne” yaklaşımları. Her üç düşünür de farklı biçimlerde Holokost bağlamında fail, kurban ve tanık rolleri üzerine düşünmüş; etik, bellek ve sorumluluk ekseninde normatif sınırları sorgulamıştır. Bu bağlamda filmdeki karakterlerin fail ya da kurban olarak açık biçimde kodlanmaması, izleyiciyi “etik gri alanlar”la yüzleştirmesi ve sıradan öznelerin sistemik şiddetle kurduğu dolaylı ilişkilere odaklanması, analitik bir zemin olarak bu üç kavramı birlikte düşünmeyi olanaklı kılar.
Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, 20. yüzyılın en önemli toplumsal tartışmalarından biridir. Bu kavram, ilk olarak Arendt’in 1963’te bir Nazi olan Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargılanmasını takip ettiği ve ardından yazdığı Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te kitabında kullanılmıştır. Arendt, duruşmayı izlerken failin şeytanî bir canavar değil, klişelerle konuşan, görevini “usulüne uygun” yapan sıradan bir bürokrat olduğunu ifade eder. Ona göre büyük suçlar çoğu kez sadist niyetten değil, düşünmeyi askıya alan itaatten, kariyer kaygısından ve sorumluluğu zincir boyunca parçalayan idari düzenlerden doğar; “nakil”, “çözüm” gibi teknokratik terimler suçu normalleştirir. Bu yüzden “sıradanlık” bir mazeret değil, uyarıdır: yargı kurumlara devredildiğinde, dil hazır kalıplara bırakıldığında her yerde benzer bir körlük üretilebilir.
Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları (1951) adlı eserinde dikkat çektiği temel meselelerden biri de totaliter rejimlerin zamanı algılayış biçimidir. Arendt’e göre bu rejimler, geçmişle bağları koparır, geleceği ise belirsizlik ve korkuyla kuşatarak bireyi yalnızca “şimdi”nin içinde hapseder. Böylece zaman, çizgisel ilerleyen bir süreç olmaktan çıkar ve tarihsel bilinç yerini politik bir atalete bırakır. Bu durumda birey, geçmişten ders çıkaramaz ve geleceğe dair tahayyül geliştiremez; sadece bugünün dayatılan gerçekliği içinde “hareketsiz” kalır. Bu düşünce, Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te adlı eserinde geliştirdiği “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Çünkü geçmişin muhasebesini yapamayan, geleceği hayal edemeyen birey, yalnızca günü kurtarmaya odaklanır; bu da onu ahlaki muhakemeden uzak, emirleri yerine getiren edilgen bir özneye dönüştürür. Tüm bunlar yalnızca 1940’ların Almanyasında değil, gündelik hayatın bugününde de geçerlidir.
Primo Levi ise Auschwitz’ten sağ çıkmış İtalyan-Yahudi bir kimyager ve yazardır. Primo Levi, savaştan sonra kaleme aldığı Bunlar da mı İnsan? (1947) ve Boğulanlar Kurtulanlar (1986) gibi........
© Film Hafızası
