menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ayvalık Film Festivali Günlükleri -4

8 0
21.09.2025

Festivalin beşinci gününde, sona doğru yaklaşırken enerji azalmıyor; yerli kurmacalar, yerli belgeseller, kısalar ve yılın merakla beklenen yabancı filmleri salonları doldurmaya devam ediyor. Öte yandan atölyeler ve söyleşiler de hız kesmeden, yoğun bir ilgiyle sürüyor. Sondan bir önceki günde izlediğim ve üzerine düşündüğüm birkaç filmi, taze izlenimlerle sizlere bırakıyorum.

The Mastermind (Yön. Kelly Reichardt, 2025)

Kelly Reichardt’a duyduğum sevgi ve hayranlık, onun sinemasının o dingin, neredeyse huşu dolu nabzından geliyor. Meseleye değil, meselelerin çevresindeki insanî titreşimlere bakışını yıllardır büyüleyici buluyorum; First Cow benim için bu yaklaşımın zirvesiydi. Tam da bu yüzden, Reichardt’ın bir “soygun filmi” çekeceğini duyduğum an içimde tuhaf bir sevinç dalgası yükseldi: filmi seyircinin ezberlediği tür kodlarına teslim etmeyeceği çok açıktı. The Mastermind tam da beklediğim gibi soygun sinemasının parlak apoletlerini söken, geriye tedirgin edici bir sakinlik ve hafifçe içe çöken bir hüzün bırakan bir anti-kahraman filmi.

Bu filmde “yok”lar listesi upuzun: aksiyon yok, soluksuz heyecan yok, akıl oyunları yok, duygusallık yok, özdeşlik kurulacak bir kahraman yok, finalde arınma yok… Yok, yok, yok. Peki ne var? Ustalıkla kurulan bir ritim, müthiş bir oyuncu yönetimi, tertemiz ve hedefini şaşmayan bir senaryo, durgunluk içinde genişleyen bir iç burukluk, karakterin “neden”leriyle süren bir kendilik muhasebesi, büyük boşlukların arasında yapılmış ince akıl yoklamaları, ve eslerin derinliğinde kıymet kazanan anların yakalanma sevinci. Reichardt’ın en büyük başarısı burada: filmini seyirciye “satmaya” yeltenmeden, tam tersine satacak tüm numaraları bir bir reddederek izlettiriyor. Bu güven, bu direnç ve bu sadelik, sinemada en zor başarılardan biri.

The Mastermind’ın en etkileyici tarafı, gerilimi “planın zekâsında” değil, planın çöküşünün sıradan sonuçlarında kurması. Türün alışılagelmiş parıltısını söndürdüğünde, yüzeye çok daha utangaç ama kalıcı bir duygu yükseliyor. Utanç, pişmanlık, o meşhur “keşke yapmasaydım”ların içe doğru bükülen yankısı… Reichardt, seyirciyi faille özdeş kılmaktan özellikle kaçınıyor; aksine onun kendini kandırma döngüsüne tanıklığa çağırıyor. Katarsis yok çünkü ahlaki hesaplaşma bir “anda” değil, sessiz ve dağınık bir sonrasına yayılıyor.

Bu yaklaşımın en sağlam taşı Josh O’Connor’ın performansı. Üstelik Reichardt, günümüzün parlayan yıldızlarından O’Connor’ı bilinçle bir anti‑kahraman konumuna yerleştiriyor; bu ters eşleştirme hissedilir bir şaşkınlık yaratıyor. O’Connor filmde asla büyük oynamıyor; bakışlarını, nefesini, küçük tereddütlerini ve kırık gururunu minimal bir düzeyde tutuyor. Kâğıt üstünde kahramanlığın kırıntısını taşıyabilecek anlar bile tek bir yüz çizgisindeki titreşimle sönümleniyor. Reichardt’ın oyuncu yönetimi, tam da bu “küçük” kararların toplamından doğan bir gerçeklik duygusuna yaslanıyor. Büyük jestler, büyük patlamalar yok; yerlerine ince ayarlı bir utanma, ağır çekimde çözülen bir özgüven ve gündeliğin sessiz eziciliği geliyor.

Filmin 1970’leri seçmesi, iki yönlü bir risk. Bu tercih yalnızca teknik bir arka plan değil; Vietnam Savaşı’nın artçı sarsıntıları, savaş gazilerinin ve ailelerinin taşıdığı kırılganlık, yükselen kadın hareketi ve ekonomik sıkışmanın yarattığı kasvet, filmin ritmini belirliyor. Bir yandan gözetim toplumunun bugünkü araçlarından (kameralar, alarm sistemleri, dijital izler) arındırılmış bir olasılıklar alanı açıyor; planın kurulup bozulabileceği, telefon konuşmalarının dinlenme korkusunu taşımadığı, müze güvenliklerinin bugünkü kadar dişli olmadığı bir dünya. Diğer yandan yeni kuşak için bu yokluk hissi ikna edici olmayabilir: “Bu kadar kolay mıydı gerçekten?” sorusu, şimdiki zamanın tecrübesiyle bakıldığında “naftalin kokusu’”gibi duyulabilir. Tam da burada Reichardt’ın risk iştahı devreye giriyor. Film, türün güncel parıltısını ödünç almadan, tarihin daha az gözetlenen bir sürecinde karakterinin iç çözülmesini izlemeyi teklif ediyor.

Biçimdeki netlik bu teklifi taşıyor. Görüntülerin hafif taneli yumuşaklığı, müzik ve ses tasarımının gösterişsiz ama duyarlı varlığı, kurgu ritminin “olay”ı değil “ardından kalan boşluk”ları kollayan işleyişi… Bütün bunlar filmi küçük, konforlu bir minimalizmle değil, aksine sinsi ve kalıcı bir titreşimle donatıyor. Gülümseten anlar var ama kahkaha değil; gerilim anları var ama kalp çarpıntısı değil daha çok mideye çöken bir ağırlık, boyna çöken bir utanç gibi. Kendi kuşağımın (80’ler) alışkanlıklarıyla filmdeki pek çok ayrıntıyı yakalıyorum; yine de The Mastermind’ın Gen-Z izleyicisiyle arasında bir ikna mesafesi doğabileceğini düşünüyorum. Fakat belki de filmin konfor alanı tam burada: seyirciden, hızın sürükleyiciliğine değil sabrın duyarlılığına güvenmesini istiyor. Bu, alışkanlıklarımızla bir pazarlık değil; başka bir izleme etiğine yapılan........

© Film Hafızası