menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Alkan Avcıoğlu ile Post Truth (2025) Hakkında Söyleşi

2 0
yesterday

Bir eleştirmenin, kuramcının ve festival küratörünün yıllar sonra üretime dönmesi başlı başına merak uyandırıcıdır. Hele ki bu dönüş, kamera, set, oyuncu gibi klasik sinema araçlarını bir kenara bırakıp, doğrudan yapay zekâ ile oluyorsa. Post Truth (2025) tam da böyle bir kavşakta karşımıza çıkıyor. Yönetmeninin sinema yazarlığından gelen birikimi, yıllardır kuramsal alanda işlenen “gerçeklik, temsil, bakış” meselelerini bu kez üretim düzlemine taşıyor. Ve ortaya “dünyanın ilk tamamen yapay zekâ ile üretilmiş belgeseli” olarak lanse edilen bir film çıkıyor. Ama bu tanım bile eksik; çünkü Post Truth, yalnızca teknik bir deney değil. Post Truth; sinemanın ontolojisine, belgeselin tanımına, seyircinin rolüne ve bugünün medya evrenine dair köklü sorular ortaya koyan bir yapıt. Tüm bu detayları daha da fazlasını belgeselin yönetmeni Alkan Avcıoğlu ile enine boyuna konuştuk. Sevgili Avcıoğlu’na sorularımı itinayla cevapladığı için çok teşekkür ediyorum.

Siz sinema yazarı, akademisyen ve eleştirmen olarak uzun yıllar boyunca sinemanın kuramsal ve yazınsal tarafında üreten biriydiniz. Ben henüz çok yeni bir sinefilken her ay büyük bir heyecan ile alıp okuduğum Sinema Dergisi’nde yazıyordunuz. İstanbul Film Festivali gibi mecralarda küratörlük, yazılı basında sinema yazarlığı yaptınız. Tüm bu birikimin ardından, son birkaç yıldır dijital sanat, post-fotografik üretim ve yapay zekâ ile çalışan bağımsız bir sanatçısınız. Ve nihayetinde tüm bu ilgi ve üretim süreci sonunda dünyanın ilk tamamen yapay zekâ ile üretilen belgesel filmi olan Post Truth’u çektiniz. Peki, bu dönüşüm nasıl başladı? Sizi sinema eleştirmenliğinden ve kuramsal yazıdan üretime, hem de klasik sinema araçlarıyla değil de yapay zekâ ile anlatmaya yönelten motivasyonlar nelerdi? Bu alana geçişinizde bir kırılma anı yaşandı mı, yoksa bu süreç zaman içinde evrildi mi?

Kuşkusuz bu dönüşüm zaman içinde evrildi ama ben aslında hayatım boyunca kuram ve pratiği hep birlikte yürüttüm. Meselelere kuramsal yaklaşmayı sevsem de pratiği, aynı anda pek çok şeyle uğraşmayı ve sürekli yeni araçlar denemeyi seven biriyim. İlk dijital resimlerimi 1999’da, ilk elektronik müzik kompozisyonlarımı 2003’te yapmıştım. Sadece sinema değil sanatın birçok alanıyla karşı hep ilgiliydim. Fakat son on yıldır sinemadan müziğe, fotoğraftan edebiyata pek çok sanat dalının çağı aynalamakta geri kaldığını düşünüyorum. Öyle ilginç bir dönemde yaşıyoruz ki geleneksel hikâye anlatım alışkanlıklarımız çağın karmaşası ve hızını yakalamıyor. Bilgisayar oyunları dışında hikâye anlatımına taze bir soluk getirecek tek yeniliğin yapay zekâ olduğunu düşünüyorum. Yapay zekâ teknolojisinin sanata dair tüm paradigmalarımızı sarsacak bir dönüşüm potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Haliyle bunun sinema dâhil pek çok görsel sanatın ifade alanında radikal genişlemelere yol açacağını öngörüyorum.

Lakin tam da bu nedenle yaklaşık dört yıl önce kariyerimde yön değiştirip bu potansiyelin peşinden gitmeye başladım. Önce yapay zekâ ile hazırlanmış resim koleksiyonları yaptım, ardından video çalışmalarım geldi ve yurtdışında hızlı bir çıkış yakaladım. Birdenbire kendimi pek çok ülkede galerilerde ve Paris Photo, Art Basel gibi köklü sanat fuarlarında sergilenirken; Christie’s gibi saygın müzayede evlerine davet edilirken buldum. Yurtdışında fotografik yapay zekâ sanatı denilince akla gelen ilk isimlerden birine dönüştüm. Bu bağlamda aslında Post Truth, bu sanatsal sürecin doğal bir devamı: Yıllardır oluşturduğum kavramsal çerçevenin ve görsel estetiğin uzun metrajlı bir belgesele dönüşmüş hâli. Günümüzün gerçeklik krizini anlamak için yeni bir bakış açısı öneriyor.

Yapay zekâ benim için haliyle bir sentetik görüntü üretme makinesi. Beni de başından beri en çok yapay görüntülerle gerçek dünya hakkında bir film yapma fikri, daha doğrusu bir belgesel yapma fikri cezp etti. Çünkü içinde bulunduğumuz bu tuhaf postmodern çağda, politikadan sosyal medyaya kadar her şey kurmaca ve sahte bir hale geldi. Ve böyle bir dünyayı kendi diliyle belgelemek, hakikate aslında bir adım yaklaşmak oluyor. Dünyanın kendisi yapay performanslar ve düzmeceyle doluyken, yapay zekâ görüntüleri kendi tuhaflıklarımıza metaforik bir ayna tutuyor. Bu yüzden herkesin derdi yapay zekâ araçlarıyla Hollywood tarzı bir film çekmek iken, ben tam ters istikamete doğru ilerledim.

Yapay zekâ ile film üretmek hâlâ hem teknik olarak hem etik olarak birçok soruyu beraberinde getiriyor. Siz ise Post Truth’ta görüntü ve ses alanında yapay zekâyı etkin bir biçimde kullanmışsınız. Peki, bu üretim süreci sizin için nasıl ilerledi? Hangi modelleri, araçları veya yazılımları tercih ettiniz? Örneğin metinden görüntüye üretim mi, yoksa video-üzerinden yeniden işleme gibi yöntemler mi öne çıktı? Sürecin hangi aşamasında insan müdahalesi daha baskındı, nerelerde kendinizi geri çektiniz?

Hemen hemen tüm yaygın modelleri ve teknikleri kullandım. Tercih ettiğim tek bir araç yok; her bir modelin kendine göre avantajı oluyor, kimisi yakın çekimlerde kimisi hareketli kamera görüntülerinde daha iyi sonuç veriyor. Toplamda yaklaşık on beş civarı farklı yapay zekâ aracı kullandım. Filmin büyük bir kısmında kendi sanatsal çalışmalarımdan yola çıktım. Bazen resim bazen müzik olarak eski çalışmalarımı yapay zekâ araçlarına yükleyerek onlardan hareketle üretim yaptım.

Sürecin tamamında insan müdahalesi yani benim vizyonum baskındı. İnsanlar yapay zekâ deyince, makinenin insanın yerini aldığı yeni yaratım modelleri düşünüyor ama bu araçların auteur sinemasına ne kadar güç kazandırabileceğini göz ardı ediyorlar. Bu araçlar bir üretim modeli olarak yaratıcının tüm süreci tek başına kontrol etmesini kolaylaştırıyor.

Senaryoyu iki yıla yakın bir süreçte, kendisi de bir sanatçı olan eşimle (Gizem Avcıoğlu/Vikki Bardot) birlikte yazdık. Filmin görsel stili ve estetik tercihleri de zaten mevcut sanatsal anlayışımdan besleniyor. Metinlerarası göndermelerle örülü bir yapı var. Tarkovsky’e saygı duruşu olarak oluşturduğum tek bir sahne için, görsel doku istediğim gibi olana kadar binin üzerinde video ürettim. Dolayısıyla diyebilirim ki Post Truth, bir yapay zekâ filmine göre beklentinin aksine, tepeden tırnağa kendi yaratıcı vizyonumun kontrolünde bir proje oldu. Her şey ilk önce zihnimde tasarladığım ve yıllardır kavramsal olarak üzerine çalıştığım bir estetik evrende bir araya geliyor. Her projede böyle olmak zorunda değil elbette, ama bu filmde yapay zekâ tamamen bir araç olarak konumlanmış durumda.

Son dönemde katıldığım pek çok sanat fuarı ve film festivalinde yapay zekâ üzerine gerçekleşen panellere konuşmacı olarak davet ediliyorum. Dinleyicilere hep verdiğim bir örnek var: Robert Bresson, bir oyuncunun setteki sandalyeden farksız olduğunu söylerdi. Ona göre oyuncu özerk bir yaratıcı alana ve önceliğe sahip değildi, yönetmenin kontrol ettiği dekordaki bir nesneydi sadece. Jacques Rivette ise tam tersine oyuncularına yaratıcı alan açarak, onların doğaçlama yapmasına izin verir; çoğu zaman senaryosuz ve yazılı diyalogsuz filmler çekerek kendi hâkimiyetini kısıtlardı. Yapay zekâ ile çalışmak da benzer bir spektrum üzerinde yer alıyor. Panellerde de şunu vurguluyorum hep: Yapay zekâ bazen yalnızca bir sandalye gibidir, sanatçının vizyonunu gerçekleştirmek için kullandığı bir araç; bazen de kendi başına üretim yapabilen özerk bir varlık gibi. Bu filmin yaratıcı evreninde yapay zekâ benim için bir sandalyeydi. Onun özerkliğinden değil, sentetik görüntülerin estetiğinin sunduğu ontolojik ve felsefi imkândan faydalandım.

Post Truth oldukça kavramsal ve deneysel bir sinema dili öneriyor. Bu da ister istemez, sinema tarihindeki belirli yönetmenlerin, özellikle de gerçekle kurmaca arasındaki sınırları bulanıklaştıran ya da izleyici algısıyla oynayan isimlerin etkisini düşündürüyor. Sizin geçmişte bir sinema yazarı olduğunuzu ve yoğun bir film birikimine sahip olduğunuzu da düşünürsek, bu filmde hangi yönetmenler bilinçli ya da sezgisel olarak size eşlik etti? Sizce o yönetmenlerin sinema anlayışı bugünü hâlâ işaret edebiliyor mu? Post-truth çağında izleyiciyle kurdukları ilişki hâlâ geçerli mi?

Evet, dediğiniz gibi hem sezgisel hem bilinçli olarak pek çok anlayıştan beslendim. Yazarlar bir tarafa, filmim sinemasal olarak da pek çok ustadan etkilendi. Velhasıl filmimi Godfrey Reggio ve Adam Curtis’e ithaf ettim. Reggio’nun teknolojiyi etrafımızı saran bir hava olarak gören yaklaşımı, Curtis’in çok katmanlı yoğun anlatıları ve Chris Marker’ın denemeye benzeyen şiirsel tarzı filmin kalbinde duruyor. Tabii tüm bunları kendi tarzıma uygun bir alaycılıkta birleştiren özgün bir stilde harmanlıyorum.

Yıllarca film analizi ve dramaturji üzerine dersler verdim ve göstergebilim üzerine çalıştım. Hal böyle olunca özellikle göndermelerde bilinçli tasarımlarım oldu. Anlamı derinleştiren ve filmin meramıyla doğrudan ilişkisi olan pek çok filmde metinlerarası gönderme kullandım. Bunlar benim için estetik bir süs değil, doğrudan anlatının bir parçası. Her referans, filme yeni bir katman, yeni bir bağlam taşıyarak anlamı zenginleştirmek için kurgulandı. Yapay zekânın doğası gereği kolektif bilinç dışından beslenen bir yaratım aracı olduğunu düşünürsek, katmanlı anlatımın bir yapay zekâ filmi için elzem olduğuna inanıyorum. Haliyle bu referanslar özellikle sinefiller için, tekrar izleyişlerde kıymeti artan bir ödüle dönüşüyor. Bu göndermelere örnek verecek olursam; Tarkovsky’nin Stalker (1979) filminde sığ bir nehir üzerinde pan yaparak görünen geçmiş uygarlık kalıntılarını gösterdiği sahne, herkes gibi benim için de unutulmazdır. Bu fikri alıp bugünün dünyasına uyarladım; kalıntıları klavyelere ve cep telefonlarına çevirerek teknolojik toplumun bıraktığı izlere dönüştürdüm. Bu sahneyi filmin son yirmi dakikasında tempoyu düşürüp ton değiştirerek insanın aslında doğayla bir bütün olduğunu anlattığım bölüme geçiş yapmak için kullandım.

Terry Gilliam Brazil’de (1985) geleceği Kafkaesk bir bürokratik distopyaya çevirirken teknolojiyi anlamsız ve işe yaramaz bir şekilde kullanır. Brazil’deki grotesk yüz gerdirme sahnesini başka bir gerçekliğe çevirerek selamladım. Hem teknolojiye karşı benzer bir eleştiriyi filme taşımak hem de gerçeğin plastikleşmesi, hakikatin yüzeysel bir imaja indirgenmesi ve bireyin sahte bir görünüş uğruna bedeniyle ilişkisini kaybetmesi adına ikonik bir anlam yaratmak için kullandım.

Godard, Alphaville’de (1965) rasyonel mantığın fazlasıyla peşine düşerek içgüdülerinden ve duygularından kopan, nihayetinde sorgulama yeteneğini kaybederek robotlaşan bir toplumu anlatır.........

© Film Hafızası