“Bir de Baktım Yoksun”: Amour (2012)
Nefes alan her canlı için yaşamak, ölüme doğru ve ölümle kol kola ilerleyen bir süreçtir. Bu sondan kaçınmak ne kadar mümkün değilse onu kabullenmek, onunla yüzleşmek, onu anlamak ve anlamlandırmak da insan için bir o kadar mümkündür. Nitekim insanı diğer canlılardan ayıran nüans da bu farkındalık ile ölüm kavramını anlamlandırabilme yetisidir. Ne var ki psikoloji biliminin, başlangıcından bu yana insana dair en sık mücadele ettiği durumlardan biri, ölümle karşılaşma hâlidir. İnsan; ölüm karşısındaki acziyetinin farkında olsa dahi yok olma düşüncesi, geride bıraktığı yaşantı ve ilişkilerinin son bulması fikri, kimi zaman başa çıkabileceğinden çok daha şiddetli bir duygu durumuna dönüşmektedir. İşte bu noktada gelişen ölüm kaygısı hem bir yaşam motivasyonu hem de mütemadiyen zihnimizin bir köşesini kemiren bir korku olarak karşımıza çıkmaktadır.
Michael Haneke’nin 2012 yılında imza attığı Amour, ölüme yaklaşımın farklı perspektiflerini sunarken ölüm kaygısının nasıl geliştiğini de takip etmektedir. Yaşlı bir çift olan Georges ve Anne’in hikâyesi üzerinden yaşamın, bu en hüzünlü gerçeğini ele alan film, varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden Irvin Yalom’un ölüm kaygısı kavramının dört başlığını örneklendirmektedir: ölüm farkındalığı, bağlılık ve iz bırakma, yaşlılıkla birlikte kaybolan güç, sevgi ve bağ kurma. Bu analizde, Yalom’un sınıflandırdığı ölüm kaygısının farklı türlerinin, yaşamla başlayıp ölüme doğru ilerleyen bir hikâyede nasıl geliştiği incelenecektir.
Ölümün Öyküsü
Amour; ömürlerinin hemen her ânını birlikte geçirmiş, kaçınılmaz sona da el ele gitmekte olan, bu süreçte birbirlerini tutkuyla sevmekten bir an olsun vazgeçmemiş bir çiftin öyküsüdür. Ne var ki birbirine böylesine bağlı çiftin arasına ayrılık rüzgârı, bir sabah kahvaltı sofrasında Anne’in donup kalması ve bir süreliğine bilincini kaybetmesiyle esmeye başlamaktadır. Bu olay üzerine felç geçiren Anne, sağlığını giderek kaybetmektedir. Eşine fazlasıyla bağlı olan Georges, ne onu evde bırakmayı aklından geçirir ne de bir huzurevine göndermeye razı olmaktadır. Fakat Anne’in acılarının artmasıyla beraber bakım ihtiyacı da ağırlaşmaktadır.
Zaman ilerledikçe yaşlı kadın yaşamdan tamamen kopmakta; yemek yemeyi reddetmekte, sık sık öfke ve hüzün patlamaları yaşamaktadır. Georges ise ona olan sevgisine tutunarak eşinin her ihtiyacını sabırla karşılamaktadır. Ancak bir noktada Anne’in bu acı dolu hâlini daha fazla görmeye dayanamaz, çaresizlik duygusuyla iyiden iyiye tanışır. Artık Anne’in varlığı, eli kulağında bir ölüm gerçeğiyle bütünleşmiştir. Georges’u ise bunu kabullenmekten çok daha zor bir karar beklemektedir: Eşinin acı çekmesine göz yumarak nefes almasını sağlamak mı, yoksa tüm bu acılara son verme sorumluluğunu üstlenmek mi? Her iki durum da Georges’a bir tür kahramanlık bahşederek vicdanını teselli edecektir. Zira bir tarafta karısını hayatta tutarak ölüme direnmesine yardımcı olacak, diğer tarafta ise biricik sevgilisinin acı çekmesine müsaade etmemek üzere altından kalkılmaz bir sorumluluğa rıza gösterecektir. Haneke, yaşlı adamı böylesi bir açmaz içine koyarken her iki sonucun da vicdanî kahramanlık yönüne vurgu yapmaktadır. Nitekim bu his; bir başkasının ölümüyle yüzleşme sürecinde bireylerin, kendilerini rahatlatmak ve ölen kişiye karşı sorumluluklarını yerine getirdiklerinden emin olmak için geliştirdikleri bir tür baş etme mekanizmasıdır [1]. Dolayısıyla Georges’un kararı ne olursa olsun, haklı bir tarafı muhakkak bulunacaktır. Bu şekilde izleyicinin sempatisini kazanan kurgu, Anne’in ölüm hikâyesini anlatırken ölüme tanıklık eden Georges üzerinden de ölüm kaygısının aşamalarını somutlaştırmaktadır.
Ölüme Hazırlık ve Yas Kontrolü
© Film Hafızası





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein