Suskunluğun Tezahürü: Sinemada Söylenememiş Olanlar
Konuşma eylemi; nefes almakla başlayan ardından sesin oluşumuyla devam eden bir sürecin sonucudur. Sinemada çoğu sanat dalı gibi anlatma sanatına dayanır. Anlatma sanatının çoğunlukla diyalogların üzerine kurulu olduğu sinema, toplumun modernleşmesiyle beraber şekil değiştirmiştir.
Modern toplumun insandan en büyük götürüsü, bireyin sahip olduğu iç huzur oldu. Teknoloji gelişip birey doğadan uzaklaştıkça, insan tanrılaşacağına inandı. Ancak bu uğurda attığı her adım, kendi benliğinden bir adım uzaklaşmaya mâl oldu. Git gide kendinden kopan birey, suskunlaşmaya başladı; kelimelerin ve diyalogların yerini derin bir sessizlik aldı. Toplumdaki insan sayısı ve buna paralel olarak konuşulacak konular günden güne artsa da çağdaş insan, tüm bunlara tezat oluşturacak şekilde daha da içine gömüldü ve kalabalıkların içinde büyük bir yalnızlığa hapsoldu.
Bazı filmler ise anlatma sanatının gücünü kelimelerden alıp sessizliğe teslim etti. İnsanın en çıplak hâlini bu şekilde yansıtabileceğine inanan yapımlar, bir bakışın veya bir dokunuşun kelimelerden daha fazlasına sahip olduğuna inanırlar. Bu anlayışta bazı sözcükler, acılar ve hikâyeler dillendirilmez. Çünkü bir alıcısı yoktur ya da bir alıcısının olmasının önemi kalmamıştır. Liste yazımda, kelimelerin tükendiği yerde suskunluğuyla konuşan karakterlere ve gürültülü kalabalıkların içinde kendi sessiz çığlığını büyüten filmlere yer vermeye çalıştım. Söylenmemiş olanın ağırlığını hissedenlere, keyifli okumalar.
In the Mood for Love (Yön: Wong Kar-wai, 2000)
Wong Kar Wai, üniversite eğitimini grafik üzerine tamamlamıştır. Yönetmenliğini yaptığı tüm filmlerde bunun etkisi oldukça nettir; renk kullanımı, kompozisyon ve filmlerine hâkim olan o şairane dil, büyük ölçüde bu temelden beslenir. In The Mood For Love (2000), yönetmenin filmografisinde en bilinen yapımlardan biridir. Tüm zamanların en iyi aşk filmleri arasında kabul edilen yapım, 1960’ların başında Hong Kong’da bitişik dairelerde yaşayan iki komşunun çalkantılı hislerine ve ilişkilerine dayanır. Bay Chow ve Bayan Chan, farklı kişilerle evli olan iki kişidir. Wong-Kar Wai hikâye boyunca, kamerasını yalnızca bu yöneltir ve hikâyenin şekillenmesinde büyük rol oynayan eşlerin yüzleri seyirciyle asla paylaşılmaz. Kendi yalnızlıklarını birbirlerinde sağaltmaya çalışan bu iki insan, zamanla kaçınılmaz bir yakınlaşmanın içine sürüklenir. Başlarda görmezden geldikleri bu çekim, zamanla göz ardı edilemeyecek bir seviyeye ulaşır ve sonunu baştan bildikleri bir yolculuk başlar. Tutkuları zaman zaman etik olandan daha güçlü bir bağa dönüşse de bu hisler her defasında yaşamın katı gerçekliğine çarpar. Kontrol edilemeyen üzerine kurulu olan hikâye, tıpkı hayatın kendisi gibi beklenmedik şekilde gelişir.
Hikâye, dönemin tutucu Hong Kong atmosferinde geçer. Evli bireylerin yasak bir ilişkiyi uluorta yaşamalarının imkânsız olduğu bu dünyada, karakterler kendilerine yer bulamaz ve yalnızlıklarına hapsolurlar. Bay Chow ve Bayan Chan için duygularını topluma itiraf etmek bir yana, kendilerine dâhi söyleyemezler. Birbirlerine duydukları hisler, derin sessizliklerine gömülür. Yönetmen, dile getirilmeyen bu tutkuyu karakterlerin dillerinden alıp ellerine, bakışlarına ve jestlerine akıtır. Söylenememiş her kelime, Hong Kong sokaklarının dar merdivenlerinde ve karanlık duvarlarında yankılanır. Tıpkı hayat gibi, Bay Chow ve Bayan Chan’ın ilişkisi de yarım kalışlarla doludur; yarım gelmeler, yarım gitmeler, yarım söylemler ve yarım sessizlikler…
Lost in Translation (Yön: Sofia Coppola, 2003)
Türkiye’de vizyona girdiği adıyla Bir Konuşabilse, filmin ruhunu Lost in Translation (2003) isminden belki de daha iyi yansıtan, çok doğru bir uyarlamadır. Hikâye, evli bir çiftin arasındaki iletişimsizliğe ve bu kopuşun yarattığı yıkıcı sonuçlara odaklanır. Fotoğrafçı olan John ve eşi Charlotte, iş seyahati nedeniyle Tokyo’dadır. Aynı otel odasını paylaşan, aynı yatakta uyuyan ama tamamen farklı iki dünyaya ait olan iki yabancı… Charlotte, günlerini otel odasında veya bilmediği bir şehrin sokaklarında tek başına geçirirken yolu Bob ile kesişir. Orta yaşlı, ünlü bir Amerikalı aktör olan Bob da reklam çekimi için geldiği bu şehirde, tıpkı Charlotte gibi evliliğinde ve hayatında kaybolmuş hissetmektedir. Ancak Bob’un Charlotte’tan farkı, mutsuzluğunu ve ilişkisindeki o donuk dinamiği artık kanıksamış olmasıdır. Bu sessiz duygudaşlık, ikiliyi Tokyo’nun neon ışıklı, kaotik ve coşkulu atmosferinde birbirine yaklaştırır. Tek başlarına taşıyamadıkları yalnızlıkları, paylaştıkça katlanılabilir bir hâl alır.
Bob’un ve Charlotte’nin yalnızlığı, temelde kent insanının yalnızlığının temsilidir. Bob, ünlü ve başarılı bir aktör olsa da gençliğin o dinamik enerjisini yitirmiş, yorgun bir ruhtur. Sert kabuğunun altında, en az Charlotte kadar yoğun ama daha sessiz bir kırılganlık barındırır. Onun kırılganlığı, kabullenmenin sükûnetiyle yoğrulmuştur. Charlotte ise henüz yolun başındadır; yalnızlığı bir kabullenişten ziyade içe kapanmayla sonuçlanır. İkisi de kendi hayatlarına tam olarak dâhil olamamış, birer seyirci gibidirler. Ancak bu durum acınası değil, aksine özgürleştiricidir. İhtiyaç duydukları şey büyük sözler ya da dramatik aksiyonlar değil; sadece görülmek, anlaşılmak ve nefes alabilecekleri küçük bir alan yaratmaktır. Sofia Coppola, bu yüzden gösterişli finallere ihtiyaç duymaz. Hatta filmin finalinde Bob’un Charlotte’un kulağına fısıldadığı ve seyircinin duyamadığı o sözler; sinema tarihinin etkileyici, duyulmamış vedaları arasındaki yerini korur.
Three Colours: Blue (Yön: Krzysztof Kieślowski, 1993)
Freud’un (1917) “Yas ve Melankoli” adlı makalesi yas sürecini anlamak açısından oldukça değerlidir. Freud yas sürecini, sevilen kişinin kaybı karşısında verilen olağan tepkileri........© Film Hafızası





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein