menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

ŞİÁ DOKTRİNİ

8 0
24.10.2025

İmâmiyye Şiâsı doktrininde hakkında on birinci imam olarak addedilen Hasan el-Askerî’nin bir cariyeden doğduğuna inanılan oğlu Muhammed’i yakınlarından birkaç kişiye gösterip kendisinden sonra Allah’ın Hücceti ve on ikinci imamı olacağını müjdelemiş güya. Yetmedi İmâmiye Şiâsı doktrinince, güya Askeri’nin vefatıyla birlikte gaybete karışan oğlunun on ikinci imam olarak mehdi olarak çıkacağı güne dek inzivaya çekilen oğluna atfen söylenilen:

-Sahibu’z-zamân,

-el-Huccet,

-el-Kâim,

-el-Mehdî,

-el-Muntazar,

-Mehdil-enâm

-Halef türü unvanları kendinde toplamış özelliği ile beklenen (intizar) mehdi imam olarak döneceğidir. Dolayısıyla gaybete karışmış imama biat etmenin görünen imama biat etmekten daha evla olduğu tezini ileri sürmüş olurlar. Her ne kadar o zahiren görünmese de onunla zahirde onunla iletişimini sağlayacak olan adına İmâmiye Şiâsı doktrinince “sefir, naib, vekil” denen dört aracı sefirler kanalıyla gaipten gelen duyuruların ve öğütlerinin yerine getirilmesi sağlanacaktır.

Peki, İmâmiye Şiâsı doktrinince on ikinci imam Muhammed ile irtibata geçtiğine inanılan dört sefir (elçi) kimlerdir derseniz, bunlar mehdiyi dünya gözüyle görmüş:

-Osman b. Said el-Amirî,

-Muhammed b. Osman b. Said el-Amirî,

-Hüseyin b. Ruh en-Nevbahtî,

-Ali b. Muhammed es-Semarrî olarak adından söz ettiren dört sefirlerden (vekiller) başkası değildir elbet. Şu da var ki, Şiâ’nın gaybete karışmış on ikinci imamının zuhur edeceği güne dek bekleme dönemi olarak tanımlanan gün için ileri sürülen intizar (bekleyiş) doktrini Şiâ toplumunun başsız kalışına bir nebze olsun çare olsa da bu durum nereye kadar sürdürülebilir bir tez olarak devam ettirilebilirdi ki. İşte bu noktada önce nîyabet-i âmme (genel nâiblik) doktrini sonra da Humeyni tarafından ortaya atılan velayet-i fakih doktrini asırlar boyunca intizar (bekleyiş) doktrinine umut bağlayan Şiâ toplumu için vaziyeti idare edecek çözüm reçetesi olarak Hızır misali imdatlarına yetişmiş olur. Böylece bu doktrinin gereğini yerine getirecek imamın masumiyetine binaen toplum nezdinde Allah’ın tayin ettiği Hüccet imam olarak kabul görür de.

Anlaşılan o ki, İmâmiye Şiâsınca tarihler 328/940 yıllarını gösterdiğinde adına büyük gizlilik denen Gaybet-i Kübra dönemi start alıp bu süreçte dördüncü sefir Ali b. Muhammed es-Semarrî’nin bu dünyadan göç etmesiyle birlikte harekata öncülük edecek isim yönünden büyük bir boşluk oluşur. Hani Aristoteles “Tabiat boşluk kabul etmez” demiş ya, aynen öyle de bunun üzerine Şiâ uleması bu boşluğu dolduracak çaba içerisine girecektir. Derken epey bir zaman lidersiz kalan Şiâ toplumu, Şiâ fakihlerinin Gaybet’in kıyamete kadar süreceği noktasında hem fikir oluşlarıyla birlikte 4/10. asrın son çeyreğinden itibaren başsız bırakılmayacak bir şekilde velayet-i fakihlerin temsili öncülüğünde bu söz konusu boşluk doldurulmuş olur. Her ne kadar Şiî fakihleri imamla doğrudan irtibata geçecek feraset mertebesinde olmasalar da ortadaki boşluğu dolduracak ilmi ehliyet sahibi zat olmaları hasebiyle Şiâ toplumuna öncülük edecek “nîyabet-i âmmesi-imamın genel temsilcisi” hüccet âlimler olarak adlarından söz ettireceklerdir. Bu yüzden İmâmiye Şiâ doktrininde hüccet imamın ilim ehli ve adil olması şarttır hükmü temel kaide olarak kabul görür. Yani Hz. Hüseyin (r.a)’ın ehl-i beyt neslinden gelmesi şart değildir. Öyle ki, 4/10. asrın sonuna dek ilminden ve adil oluşlarından hiçbir şekilde kuşku duyulmaksızın Şia toplumunca baş tacı edilen Şiâ uleması kendi dönemlerinde yaşadıkları süreç boyunca gaybete karıştığına inandıkları on ikinci imamdan gelen adına “ahbârı” denen hadis ve haberleri toplayıp kayıt altına almakla Şiâ doktrininin temellerini atmış olacaklardır. Ancak dikkat ettiyseniz burada kayıt alınan Allah Resulünün hadisleri değil, bilakis rehber olarak gördükleri beklenen mehdi imamının hadisleridir. Nitekim temellerini attıkları Şiâ doktrinince çerçevesi belirlenen imamet davası nübüvvetin devamı bir dava olarak görülüp Peygamberimizin sünneti maalesef imamların ahbârına eş değer olarak aynı kefeye konmakta. Oysa vahiy Peygamberlere, ilham ise ilmi ile amil olmuş Ehlullah’a verilmiş bir lütuftur. Vahiy kesinlik ifade eden bir kelam, ilham içinse doğruluğuna yüzde yüz kesin denilemez bir kavramdır. Her kim ki bana vahiy geliyor diyorsa, biliniz ki o insanın aklından zoru var demektir. Bu tür sapkın ifadelerle kendini bilge ehliymiş gibi sunanlar, hiç kuşkusuz foyaları er geç ortaya çıkabiliyor. Hani derler ya çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüsünde kala kalır ya, aynen öylede bu tip sapkınların maskelerinin düştüğüne bizatihi tarihin sayfaları şahit. Kaldı ki gerçekler ne kadar saklanırsa saklanılsın güneşin balçıkla sıvanamayacağı muhakkak, sahtelikte malum kendi sahteliğini bir şekilde ele veriyor zaten.

Her neyse asıl konumuza dönersek Şia toplumu gaybet hadisesi sonrası Küleynî ve Şeyh Sadûk’un öncülüğünde bir grup ulemayı Şiâ imamlarının haberlerini aktaran ehlü’l-hadis, muhaddis, ashâb’ul hadis ve ashâb’ul ahbâr sıfatlara haiz ulemalar olarak gördükleri........

© Enpolitik