DÜNDEN BUGÜNE İRAN
İran devrimi Şah’ı devirmekten daha ziyade dini hüviyette olması çok dikkat çeker. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, tarihler 1979 yılını gösterdiğinde şu alışık olduğumuz ihtilallerden farklı olarak bir anda ruhaniyet kılıfı giydirilmiş Humeyni devrimiyle tanışıverdik. Dikkat edin tanışıverdik dedik, çünkü bu ihtilalin diğerlerinden farkı gizeminde gizliydi. Neyse ki gelinen nokta itibarıyla İran devriminin birtakım İslami gruplar üzerinde ki gizemli etkisi azalmış bir halde geriye sadece işin bir demagoji faslı kaldı. Bizde ise geriye sadece kendisine ruhani lider gözüyle bakılan terörist başı FETÖ’nün 15 Temmuz Darbesi girişimiyle tıpkı Humeyni gibi bulunduğu Pensilvanya’dan kâinat imamı olarak döneceği avuntusu kaldı. Hakeza buna seküler laikçi çevrelerde dâhildir. Nitekim öteden beri ne zaman ki ülkemizde ikide bir irtica yaygarası koparılmaya kalkışılmış bir bakmışsın İran dosyası hemen laikçi çevrelerce seslendirilen bir propaganda malzemesi olarak açılıvermiştir. Zaten malum çevrelerin canına minnet, dine duyarlı insanları potansiyel tehlike göstermenin en kestirme yolunun bir başka yöntemidir bu. Oysaki bu dosya seküler ve laikçi çevrelere malzeme olmanın ötesinde hiç bir işe de yaramamaktadır.
Her neyse gelelim asıl mevzuumuza. Şah Rıza Pehlevi’nin modernleşmeye yönelik politikalarına baktığımızda hiç kuşkusuz ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ babından tarihe kayda değer icraatlar olarak geçtiğini görürüz. Ancak gel gör ki, Şah’ın halkın taleplerine karşı kayıtsız kalışının yanı sıra demokratik yolları tıkayıcı yöntemlere başvurması tüm yaptığı kayda değer icraatlarını gölgede bırakmaya yetmiştir. Hiç kuşkusuz antidemokratik uygulamalar bir yere kadardır. Zira baskıyla nereye kadar kurulu düzenini sürdürülebilirdi ki. Nitekim İran Şahı Rıza Pehlevi, kitlelerin talepleri karşısında kulağını tıkadıkça tepkilerde o derece bir misli artış kaydetmekteydi. Tabii tepkilerin bir, iki, üç misli derken gitgide daha da artış kaydettikçe artık bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalır. Fakat attığı bu geri adımlar hürriyetin ucunu gösterecek türden bir geri adım atışı olarak kendini gösterdiğinden pekte inandırıcı bulunmaz. Yetmedi Şah’ın sanki parlamenter sistemden yanaymışçasına izin verir gibi bir görünüm vermesi yönetime öfke duyan kalabalıkların gazını almaya yönelik hamle olarak algılanır da. Hatta ucundan kıyısından gösterdiği bu esnek tutumu kitlelerin ağzına bir parmak bal çalmak türünden bir duygu sömürüsü olarak karşılık bulup en nihayetinde Şah’ın yıkılabileceği fikri akıllara düşürüvermiş olur. Zaten bunun tepkileri dindirmeye yönelik bir göz boyamacılık olduğu akıllara düşüverince de bir yandan Liberal Cumhuriyetçiler, bir yandan Sosyal demokratlar, bir yandan Meşrutiyetçiler, bir yandan da Komünist Tudehçi’lerin Şah’a karşı tepkileri daha da kavileşir. Hiç kuşkusuz tepki gösteren gruplar arasında asıl ön plana çıkacak olansa mollalar grubu olacaktır. Derken yaşanan hadiseler Fars ve Aramı kültürüne özgü ‘yarı-tanrı” inancının bir yansıması olan mollalık kültü üzerinde etkisini gösterip 12 İmam’ı temsil ettiğine inanılan Humeyni’ye devrim lideri gözüyle bakılmayı beraberinde getirecektir. Öyle ki gelinen noktada Humeyni hüccet, Humeyni devrim muhafızı, Humeyni masum bir imam olarak baş tacı edilecektir. Hele birileri onun masumiyetini inkâra kalkışa bir dursun, hemen o insanı sorgusuz sualsiz kâfirlikle itham edilip cezalandırılmasına ziyadesiyle yetecektir. Çünkü Şia akımı, yarı tanrı kült geleneğinden beslenen bir akım olmanın yanı sıra kutsal ve masum addettikleri mollalara ulûhiyet isnat edilen inancın ta kendisi bir sistemidir. Nitekim mollalara atfen söylenilen 'İmam masum’, ‘Mehdi Muhtazar’, ‘12 İmam önderi’, ‘Ayetullah’, ‘Velayet-i Fakih’ gibi methiyeler Şia inancın gereği ortaya çıkmış kavramlardır. Dolayısıyla bu akıma kendilerini kaptıranlar isteseler de zihinlerine kodlanan bu inanç sisteminden vazgeçemezler. Dedik ya, bu düşüncenin İslam öncesi Güney Arabistan’da yer alan insanüstü liderlik kültüyle derinden köklü ilişki bir bağı vardır. Düşünsenize kökü derinlerde olan bu sapkın kör inanış çağımızda bile meydan okuma şovuna dönüşecek noktaya gelmiş durumda. Zaten Humeyni'yi kitleler nezdinde popüler kılan da eski “Arami-Fars yarı-tanrı kült” geleneğinin İslam'a uyarlanıp güya imamları Allah tayin ettiği akidesine dayalı tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa’ya ulûhiyet isnad ettiklerinin bir başka versiyonu diyebileceğimiz ana yoldan sapmış ehlisünnet dışı dini bir akımdır. Oysa Sünni ekolde değil ulema halkası, enbiya halkasında yer alan gelmiş geçmiş tüm peygamberler bile Allah’a gidilen yolda sadece elçi konumunda vasıtadırlar, asla gaye değillerdir. Yani bu demektir ki Sünni ekolün fıkıkıh penceresinden baktığımızda ulema ne ruhban konusudur ne de akaid, tam aksine hukuk adamı gözüyle kabul görür. Örnek mi? İşte Osmanlı’da Şeyhü'l İslam makamı bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Ki, bu söz konusu makamın tıpkı bugünkü anayasal mahkemesinin görev alanı kapsamına giren kanunların hukuka uygun olup olmadığını üstlenmiş pozisyona sahipliğinin aynısıdır dersek yeridir.
Peki ya Osmanlıda ki siyaset makamı ne için vardı? Malum siyaset makamı da ilmi siyaset için vardır, din adamlarından oluşmuş bir makam olmayıp hanedana danışmanlık yönünde faaliyet gösteren siyaset makamıdır. İşte görüyorsunuz Şia’da mollalara ruhani gözüyle bakıldığı içindir Humeyni liderliğinde siyasi makam ‘iman’ konusu olabiliyor. Tabii mollalara Allah’ın Hücceti (Allah’ın delil) manasına Ayetullah ya da doğuştan masum ve günah işlemez gözüyle bakılırsa olacağı buydu. Kelimenin tam anlamıyla bu had hududu aşıp mollalar ulûhiyet isnad etmek olur.
Tarihten hiç mi ders alınmaz, doğrusu şaşmamak elde değil. Baksanıza tarihte Haricilerin bilinçsiz mesnetsiz çıkışları İslam âlemine pahalıya mal olmuştur. Düşünsenize Müslüman âlemini kana bulan bir avuç Harici güruhu Kur'an'da geçen ayetleri kendi kafalarına göre yorumlayıp kendi dışında kesimleri kâfirlikle suçlayabilmişlerdir. Maalesef Haricilik başsız ve kabile asabiyetine dayanarak Müslümanlar arasında kan döküp tarihin harabelerine gömülürken, Şia ise eski Fars-Arami insanüstü kültün bir yansıması olarak şahlıktan bugünlere ulûhiyete dayalı mollalık rejimi sahne almıştır. Ne diyelim al birini vur ötekine, illa aralarında bir fark aranacaksa, birinde başsızlık, diğerinde insanüstü otoriter molla liderliği esastır. Bu yüzden İran’da fırtınadan önce sessizlik diyebileceğimiz sosyal patlamaların varacağı nokta otoriter rejimle buluşmak olmuştur. Derken sosyal patlamaların doğurduğu şartlar kitleleri Humeyni etrafında toplanmasını beraberinde getiren yeni bir milat olur.
Evet, 1979 yılı İran için yeni bir milattır. Bu yıla kadar İran, ortalıkta pek gözükmez konumda bir ülke görünümü verirken bu yeni milatla birlikte biranda küresel güçlerin odağı ülke konumuna gelir. Hatta sırf küresel güçlerin hedefinde odak bir ülke olmaz, bu arada nükleer santral çalışmalarına hız verdiğinde Amerika’nın sinir uçlarıyla oynayacak şekilde muhatap alınan bir ülke konumu haline gelir de. Besbelli ki İran, Sam amcanın başka işlerle meşgul olduğu boşluk anından istifade etmekle epey mesafe kat etmiş gözüküyor. Hani Aristoteles diyor ya; ‘Tabiat boşluk sevmez’ diye, aynen öyle de İran’ın da canına minnet küresel güçler başka işlerle uğraşa dururken, o da o arada kendine zaman kazanaraktan devrimin temellerini git gide güçlendirmiş oluyordu. Zaten güçlendiği ayyuka çıkınca da uluslararası haber ajanslarında nükleer santraller meselesi bir anda ‘bir bardak suda fırtınalar koparılacak’ şekilde dünya gündemine oturmuş olur. Bu konunun gündeme oturulmasında temel amaç İran’ı bir şekilde hizaya getirip sessiz derinden ilerleyen gidişatını durdurmak içindir elbet. Ancak ne var ki, Atı alan........
© Enpolitik
