Maskeyi Ne Zaman Çıkaracağız? Samimiyet Üzerine Notlar
Birkaç hafta önce bir hastam bana şöyle dedi: “Hocam, sizinle konuşurken bile bir maske takıyorum. Ama en kötüsü, evde de aynı maskeyi takıyorum. Hatta bazen aynada kendime bakarken bile.” Sustu, sonra ekledi: “Maskeyi ne zaman çıkaracağımı unuttum.” Söyledikleri çarpıcı geldi bana ve bu ifadelerini bir yazıda kullanmak için kendisinden izin istedim.
O günün akşamında eve dönerken bu cümleleri düşündüm. Kendi maskelerimi düşündüm. Muayenehanede takındığım hekim yüzünü, evde takındığım baba yüzünü, toplantılarda takındığım meslektaş yüzünü. Hangisi bendim? Hepsi mi, hiçbiri mi? Ve asıl soru: bu maskelerin altında gerçekten bir yüz var mı, yoksa maskeler birbirinin üstüne mi yığılmış?
Samimiyet dediğimiz şey, aslında bu soruların cevabında gizli. Karşımdaki kişi gerçekten burada mı? Söylediği söz ile bakışının, tebessümünün, susuşunun arasında bir uyum var mı? Bedeninden gelen sinyaller ile cümleleri aynı hikâyeyi mi anlatıyor? Samimiyet, belki de bu hikâyeler arasındaki mesafenin makul bir düzeyde kalmasıdır.
Patavatsızlık Samimiyetin Neresinde?
Samimiyeti çoğu zaman patavatsızlıkla karıştırıyoruz. İçinden ne geçiyorsa olduğu gibi söyleyen kişi kendini samimi zannediyor. Halbuki bu, çoğu zaman empati eksikliğinin, dürtü kontrolündeki zayıflığın ya da öfkeyi meşrulaştırma çabasının ürünü. Karşımızdakini incitme sorumluluğundan kaçıp bunu “doğruculuk” etiketiyle süslüyoruz.
Aristoteles, erdemin iki aşırılık arasındaki denge noktasında olduğunu söylerdi: cesaret, korkaklık ile delice atılganlık arasında; cömertlik, cimrilik ile savurganlık arasında. Belki samimiyet de böyle bir denge noktası: aşırı ketumluğun donukluğu ile patavatsızlığın yarattığı hasar arasında, “yeterince samimi” olmak. Her şeyi söylemek değil, neyi ne zaman, kime ve nasıl söyleyeceğini tartabilmek… Kalbinden geçen ile dilinden dökülen arasında köprü kurarken karşındakinin kalbini de göz önünde bulundurmak…
Duygusal Teşhir Çağında Mahremiyet
Sosyal medyada gördüğümüz duygusal teşhir kültürü, çoğu zaman samimiyet gibi sunuluyor. Ağlama videoları, kriz anlarının canlı yayınları, mahrem anıların kalabalığa açılması. Bunlar samimi bir paylaşım değil, çoğu zaman yönü kestirilemeyen bir yardım çığlığı ya da görünür olma arzusu.
Erving Goffman, gündelik hayatı bir sahne olarak tanımlamıştı. Hepimiz sahne önünde belirli roller oynarız; sahne arkasında ise bu rolleri gevşetiriz. Ama sosyal medya bu ayrımı bulanıklaştırdı. Artık sahne arkasını da sahneye taşıyoruz; üstelik bunu “samimiyet” diye pazarlıyoruz. Halbuki gerçek samimiyet, duygusunu reddetmeyen ama onu göstereceği yer ile ilgili seçim yapabilen kişinin tutumudur. Aşırı korunmuş bir sır ile her yere saçılmış bir itiraf arasında, bilinçli bir ara konum.
Kendine Yalan Söyleme Sanatı
Samimiyetin temelinde kendine karşı dürüst olma çabası yatıyor. Ama işte burada işler zorlaşıyor: insan, kendine yalan söyleme kapasitesi en yüksek varlık. Öfkesini haklılık kılıfıyla, kıskançlığını adalet duygusuyla, güç arzusunu sorumluluk adıyla paketleyebiliyor.
Psikanaliz, bu öz-aldatmacayı anlamak için “savunma mekanizmaları” kavramını geliştirdi. Rasyonalizasyon, projeksiyon, inkâr, bastırma… Bunlar kötü şeyler değil; ruhun kendini koruma biçimleri. Ama samimiyet, bu koruma duvarlarının ardına bakabilme cesareti gerektiriyor. “Burada bende de bir pay olabilir” diyebilme yeteneği. En çok da kendi karanlık yanına, Jung’un “gölge” dediği şeye, bakabilme, kendi güç hırsını, kıskançlığını,........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein