Bir Hikâye: (Dursun Ana) – Bir Şiir: (Adadı Kendini Vatana Kurban)
DURSUN ANA
Yağmur, pencereye ince ince vuruyordu. Her damla, geçmişten fısıldayan bir anı gibi akıyordu. Derin bir nefes aldı, Dursun Ana kokuyu tanıyordu: Toprak… Oğlunun ilk çığlığı gibi, hayatın kendini hatırlattığı anların kokusu.
Ah oğul… Can oğul… Yüreği kor ateşlerde gözyaşları sel olup akıyordu Dursun Ana’nın. 1988’den beri rahat yüzü görmedik. O zaman da gökyüzü böyle ağırdı, rüzgâr geceleri hanelere yas gibi giriyordu. Ermeniler, zamanında sığınmaları için verdiğimiz topraklara göz diktiler. Natıq ve vatanın diğer oğulları savunmayıp ne yapacaktı…
Ana yüreği yanmıştı işte. Yürek yangını nasıl sönecekti?
Dursun Ana’nın zihni, bir film şeridi gibi geçmişe kaydı. Natıq’ın doğduğu gece… Hastane odasında soğuk beyaz ışık, doktorların sessiz endişesi… Kulaklarında yankılanan o cılız çığlık. Küçüktü, zayıftı, elleri bir serçenin kanadı gibi ürkekti. Oğlunu kollarına aldığında doktorların ona söylediği söz hâlâ zihninde yankılanıyordu:
“Hazırlıklı olun… O çok zayıf.”
“O gece de böyle yağmur yağıyordu…” diye mırıldandı. Ama o hazır değildi. Oğlunun kaybını kabullenmeye hiç hazır olmamıştı. Parmaklarını minik göğsüne koyduğunda, içindeki ateşi hissetmişti. Küçücük bedeni, yaşama sıkı sıkıya tutunmuştu. Şimdi, yıllar sonra aynı ateşle cephedeydi. Biliyordu Dursun Ana, Natıq elinden bayrağı düşürmeyecekti.
“Benim oğlum, kaderine doğdu. Doktorlar hiç umut vermemişti ve her an her şeye hazırlıklı olun demişlerdi. Ama o hep direndi. Hayata tutunduğu gibi, vatanına da tutunacak, biliyorum.”
Yağmur hızlandı. Rüzgâr, pencereyi hafifçe zorladı. Onun içindeki fırtınaya eşlik eder gibi… Ellerini kavuşturdu. Dudaklarından dökülen dua, kelimelerle değil, gözyaşlarıyla birleşerek ta arşa yükseldi!
BECERİKLİ, HIZLI VE ÖZGÜR
Yağmur, gecenin koyu örtüsünden süzülen bir ağıt gibi pencereye vuruyordu. Her damla, evrenin kadim sırlarını fısıldıyor, Dursun Ana’nın içinde yankılanan umut ve kederin melodisine karışıyordu. Bir an duraksadı… Natıq’ın okul yılları gözünün önünde canlandı. Oğlunun hiç yenilgiyi kabul etmediği zamanları hatırladı. Dünyaya gelmek için bile acele etmişti, ama doğduğunda o minik, sıska bedeni hayata karşı direncini göstermişti.
Sinema makinisti olarak çalıştığı yılları düşündü. O zamanlar elektrik sık sık kesilirdi, film makinelerinin bantları kopardı. Can oğul, sen o bantları öyle hızlı tamir ederdin ki, çocukların hayal kırıklığın sesleridan çıkardığı şaşkınlık yüklü bile duyamazdık. Filmi yarım bırakmazdın. Seyirciler sinema keyfini eksiksiz yaşayabilsin diye uğraşırdın. Çalıştığın her yerde kimseye “Bana iş verin” demeden, kendi yolunu bulur, kendi emeğinle yer edinirdin.
Özgür ruhun hep seninleydi oğul. Hep bağımsızdın. Kaderin seni hep önce davranmaya zorladı.
CAN OĞUL NATIQ
Dursun Ana’nın elleri titriyor, gözleri pencereden uzaklara dalıyordu. Yüreğinde tamamlanamayan duaları… Zihninde deli sorular “Acaba umut ve kederin çizgisi nerede başlar?” “Eksik bir dua, kaderin akışını değiştirebilir mi?” “Yağmurun her damlası, toprağa düşen gençlerin sessiz ağıtı mı?”
Rüzgâr pencereyi zorluyor, bayrak dışarıda titrek bir hüzünle savruluyordu. İçindeki fırtına, yağmurun sesiyle birleşmişti. Bu acı sona erer mi? Yoksa yüreğimde sonsuzluğa akıp giden bir nehir gibi mi kalır?
Natıq, can oğul, katıldığın bütün yarışmalarda birinci oldun, sporda en iyiydin.
Ödüllerin, takdir belgelerin hâlâ evin her köşesinde duruyor. Askerlikten övgülerle dönmüştün. Keşke çağrılıncaya kadar bekleseydin…
Ama biliyorum, sen buna razı olamazdın.
Sen hayata geç kalmaktan korktun, hep önce davrandın. Hep tek başına başardın. Bu Allah’ın bir lütfuydu belki… Paraya tamah etmezdin, bir beklentin yoktu.
Dursun Ana gözlerini kapattı. Natıq’ın doğduğu o gece… Doktorların endişeli fısıldaşmaları arasında, dünyaya gelen küçük bedeni hatırladı. “Hazırlıklı olun…” demişlerdi. “O çok zayıf.” Ama o hep direndi. Hayata tutunduğu gibi, vatanına da tutunacaktı. Yağmur hızlandı. Rüzgâr pencereyi salladı. Dursun Ana ellerini kavuşturdu. Hal diliyle duası, gözyaşları içinde çoktan Mevla’ya uçup yol buldu. Çünkü o bir anaydı…
ALBAN KİLİSESİ DİRENİŞİ
Alban Kilisesi’nin soğuk taş duvarları, yılların ağırlığını taşıyan sessiz tanıklardı. Loş ışık, Natıq’ın yüzünü belirsiz kılıyor, gölgeler ona savaşın kaçınılmazlığını hatırlatıyordu. Duvarların oyuklarına çarpan mermiler, ölümün sessiz daveti gibi kulaklarında yankılandı. Nefesi daraldı, vücudu gerildi. Her saniye, kaderin keskin bir bıçak gibi yaklaştığını hissettiriyordu. İçindeki fırtına sustuğunda, sessiz bir savaş başladı:
“Bu kutsal mekân… Acının ve umudun üst üste yazıldığı bir yer. Yoksa burası, bir kahramanlığın son perdesi mi olacak?”
“Her adımım, ölümle yaşam arasında ince bir çizgide… Acaba bu sessizlik, bana gerçekten direnişin ve fedakârlığın anlamını mı fısıldıyor?” Mermilerin ve patlamaların gürültüsü, Natıq’ın iç sesiyle çarpıştı. Savaşın acımasızlığı içinde kaybolsa da, kalbinde tutuşan o inatçı umut, kutsal bir dua gibi yankılanıyordu.
DUALARIN AYNI ANDA FARKLI MEKÂNDA KESİŞTİĞİ AN
Uzaklarda, Dursun Ana, kendi mekânında benzer bir sessizlik içinde… Yanı başında kocası Salim uyuyordu, ama ona artık yalnızlık daha gerçek geliyordu. Endişe, umutsuzluk ve çaresizlik içinde, gözlerini pencereden dışarıya dikti. Oğlunun akıbetiyle, umut ve korku bir arada çırpınırken, zihninde yankılanan sorular huzurunu kaçırıyordu.
“Bu karanlık gecede, oğlumun yüreğindeki cesaret nerede, ben neredeyim?” “Sanki bizim kalp seslerimiz birbirine dokunuyor, bunu hissediyorum. Ama sesimizi birbirimize ulaştıramıyoruz. Acaba bu sessizlik, gelecekte hangi kadere imza atacaktır?” Cama vuran her damla, sanki Natıq’ın yüreğinden akan cesur kanın yankısıydı.
İKİ YÜREK BİRBİRİNİN GÖLGESİNDE
Biri Alban Kilisesi’nin taş duvarları arasında, diğeri umudun ve korkunun içinde… Biri silah sesleri arasında, diğeri sessiz dualarında… İki farklı mekânda, aynı korkuyu, aynı çaresizliği paylaşan iki kalp.
Natıq, kilisenin harap koridorlarında tam bir çatışmanın ortasında; Dursun Ana, uzaklarda, dua ile direnişin arasında. İkisi de aynı kaderi yaşıyor, ama birbirlerinden habersizler.
“Oğlum, senin varlığını hissediyorum. Ama sen beni duyamıyorsun…” Geleceğin belirsizliği, dualarla, mermiler arasında gidip gelen bir ağıt gibi, bu iki yalnız ruhun bilinç akışında yankılanıyordu.
ALBAN KİLİSESİNDE KADERİN AHENGİ
Kahramanlık, Sorumluluk ve Sessiz Vedalar…
Natıq ve üç yoldaşı, bir taraftan gelecek yardımı bekliyor bir taraftan da canlarını dişlerine takmış Alban Kilisesi’ni savunuyordu. Mermiler kilisenin taşlarına öfkeli bir yankı bırakırken, Natıq kutsal bir görevin eşiğinde olduğunu hissediyordu. Yedi kaderdaş, kendilerine verilen görevi ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye yemin etmişler ve öylece Natıq’ın elinde bayrak yola düşmüşlerdi. Her biri, vatan uğruna öleceklerini biliyor ama zerre tereddüt etmiyordu!
Ve aniden…
Savaşın acımasızlığı doruk noktasına ulaştı. Mermiler, sanki kaderin son fermanını okurcasına yükseldi. Natıq’ın bedeni ve ruhu, o an bir bütün olmuştu. Altı yoldaşından üçü daha kiliseye ulaşamadan şehit düşmüştü. Arkalarına bile bakamadılar. Kiliseye ulaşmak zorundaydılar. Nihayet kiliseye ulaşmışlardı ki; kısa bir süre sonra art arda diğer üç yoldaşı da, Natıq’ın gözlerinin önünde vatan için canlarını sebil ettiler. O an, kalbi alevlerle yanarcasına çarptı. İçinde yankılanan son........
© dibace.net
