Ömrümün En Eşsiz Rastlantısı: İoanna Kuçuradi
Bak, bir rastlantı değilsin sen:
Şu garip yaşamımın ulaşmak zorunda olduğu bir noktasın.
Oruç Aruoba
Eğer şanslıysanız, kendinizi gerçekleştirip geliştirme yolculuğunuzda elinizden tutacak, sizi mağaradan çıkaracak öğretmenlerle kesişir yolunuz. Ama çoğu zaman bir rastlantıya kalmıştır böyle bir öğretmenle karşılaşmak. Ve eğer şansınız yaver gitmemiş, o rastlantı gerçekleşmemişse, yolunu bulma gayreti içerisinde ışığa doğru yürüyenleri, tekrar mağaraya tıkmak için uğraşan öğretmenlere de denk gelebilirsiniz. Nasıl mı? Tıpkı benim gibi… İki türlüsü de geldi başıma. Elbette bu yazının amacı, ömrümün en eşsiz rastlantısı –belki de “mucize” adını hak eden rastlantısı– sevgili İoanna Hocamla ilgili söz söylemek. Ama onunla ilgili söz söyleyebilmek için, önce biraz geriye gitmem, daha önceki bazı hocalarımdan ve elbette o rastlantının nasıl gerçekleştiğinden bahsetmem gerekiyor. Hatta biraz da babamdan… Böylece o eşsiz rastlantıya giden yoldaki manzarayı resmederken, aslında elimden geldiğince İoanna Hocamın ayırt edici özelliğini, onu “hocaların hocası” yapan şeyin ne olduğunu göstermeye çalışacağım.
Öncelikle babamdan söz etmem gerek. Günlerden bir gün, elinde kitap kolisiyle eve gelen bir babanın kızıydım; öğretmen bir babanın. Öğrencilerinin, çocuklarının, etrafındaki insanların elinden tutup, mağaranın dik yokuşunu aşmalarını sağlayan, ışığa doğru onlara rehberlik eden bir öğretmendi babam. Gelelim koliye: O kolinin içinden çıkan kitaplarla, edebiyatın büyüsüne kapılmış, tavşan deliğinden aşağı yuvarlanmaya başlamıştım işte. Neler yoktu ki o küçük kolide: Kaptan Grant’ın Çocukları, Pollyanna, Gizli Bahçe, Pinokyo, Alice Harikalar Diyarında… Sonra, babamın yangından sağ kurtulan kitapları… Salondaki vitrinin, kapaksız alt raflarında yan yana, omuz omuza saf tutan, birbirine sımsıkı kenetlenmiş klasikler, bu güçlü dayanışma sayesinde alevlerin, aralarına sızmasına izin vermemişlerdi. Evimizdeki pek çok şey yanıp kül olsa da o beyaz kapaklı, o minicik kırmızı kalpli can kitaplar, sadece üst kısımları isle kaplanmış bir şekilde yangından sağ çıkmayı başarmış, ucuz atlatmışlardı. Babamın öğretmen okulundayken okuduğu, derken köy köy, şehir şehir, oradan oraya peşinden sürüklediği, çocukları için sakladığı kitaplardı bunlar. Yangından geriye kalan bir yara izi gibi tepelerinde simsiyah bir is taşıyan o kitaplar, benim için adeta bir hazineydi: Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Budala, Kara Çocuk, Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı, İlk Yılların Ekmeği… Babamdan bize kalan o eşsiz hazinenin sararmış yapraklarında yol alırken edebiyatın büyüsüyle efsunlanmıştım. Derken okumak yetmez olmuş, yazmaya da başlamıştım; kendimce işte… Bir gün eve kitap kolisiyle gelen bir babam olduğu için ve babamın gençliğinde okuduğu kitaplar, evimizdeki vitrinin raflarından bana sürekli göz kırptığı için, kaçınılmaz olarak böyle bir serüvenin içinde yol almaya başlamıştım.
Hem belki de mağaradan çıkışı sağlayacak olan kitaplardı. Tıpkı Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 kitabındaki başkahramanı Montag’in dediği gibi: “Belki kitaplar bizi mağaradan çıkarabilir. Belki hep aynı, lanet olası, çılgınca hataları yapmaktan alıkoyabilirler bizi!”[1] Kitapların yanı sıra bir de, insanın değerini bilen, olanaklar varlığı insanı gören, doğru değerlendirme yapabilen öğretmenlerle kesişmişse yolumuz, rast gelmişsek böylesi öğretmenlere, adeta yolumuz, bahtımız açık demektir. Dahası mağaradan çıkmak mümkün demektir. Ama dedim ya, çoğu zaman rastlantıya kalmıştır böyle bir öğretmenle karşılaşmak.
Öyle ki, kimi zaman da şans bizden yana değildir; biz ışığa doğru yürüyüp, yolumuzu bulmaya çalışırken, bizi tekrar mağaraya tıkmak için uğraşan, insanın değerinin bilgisine sahip olmayan, olanaklar varlığı olan insanı göremeyen, doğru değerlendirme yapamayan öğretmenlerle de rastlaşabiliriz. Benim başıma geldi. Şöyle ki: Lise ikinci sınıftaydım. Uğur Mumcu katledilmişti. Televizyonlar, gazeteler bu korkunç cinayetten ve Mumcu’nun gazeteciliğinden bahsediyordu: usta gazeteciydi, araştırmacı gazeteciydi, her şeyden önce dürüst bir gazeteciydi. Çok üzülmüş ve çok öfkelenmiştim bu cinayete. Üstelik o zamanlar pek bir şey de bilmiyordum hakkında. Ama evde bütün kitapları vardı. Babamın getirdiği küçük kolinin içinde Mumcu’nun kitapları da vardı: yan yana, omuz omuza. Birkaç kitabı okumaya girişmiştim o günlerde, ama boyumu aşan kitaplardı; biraz ondan biraz bundan okumuş, pes etmiştim. Sakıncalı Piyade’yi okuyup bitirebilmiş, ama pek bir şey de anlamamıştım muhtemelen.
Derken edebiyat dersi sınavı gelip çatmıştı. Kompozisyon yazacaktık ve konu serbestti. Ve ben, televizyondan görüp duyduklarımın, gazetelerden okuduklarımın iç dünyamda tetiklediği duygularla, düşüncelerinden dolayı yaşama hakkı elinden alınan Uğur Mumcu ve gazeteciliği hakkında yazacaktım. Yazdım; içimdeki acı, öfke birazcık dindi. Aradan birkaç gün geçti, sınav sonuçlarını açıkladı edebiyat öğretmenimiz. Elindeki sınıf listesinden, önce benim adımı okudu ve ayağa kalkmamı istedi. Kalktım. “On beş” dedi. Sonra sınıfın geri kalanının bol kepçe notlarını okudu, ama onları ayağa kaldırmadı. Ben şaşkınlık içindeydim: edebiyat dersinden, kompozisyon sınavından on beş almıştım! Mümkün değildi, olamazdı. “Sakıncalı” hiçbir şey de yoktu ki yazdıklarımda; çocuksu bir duyarlılıkla, duygusal ve içli cümleler kurmuştum sadece. Ne var ki edebiyat öğretmenimin ideolojisi, dünya görüşü, ezberleri, değer yargıları, kendi gözleriyle görmesine ve doğru değerlendirme yapmasına engel olmuş, bana bu notu uygun görmüştü. Yazdıklarımı “sakıncalı” bulmuştu mutlaka. İçimdeki acı ve öfke yeniden alevlenmişti. Sonra bana, ayrıca sözlü bir sınav yaptı ve türlü “nasihatler” de vererek beni edebiyat dersinden geçirdi! Aradan yıllar geçti ve ilginçtir ki ben gazetecilik okudum, gazeteci oldum ve yolumu aydınlatan, beni besleyen hep edebiyat oldu. Görünen o ki, edebiyat sınavında yazdığım kompozisyona on beş puan veren hocamın “nasihatleri” bana sökmemiş, beni durduramamıştı.
Evet, lisede böyle bir hoca çıkmıştı bahtıma. Ama üniversitede gazetecilik okurken talih yüzüme gülmüş, ışığa yürüyen ve yürüten hocalarla rastlaşmıştım. Adeta, olanaklar varlığı olan “insan”ı gören hocalarla… Bunlardan birisi sevgili Ali Murat Vural Hocam idi. O zamanlar da kendi çapımda bir şeyler yazıp duruyordum. Temel gazetecilik derslerini aldığımız Murat Hocama götürüp veriyordum yazdıklarımı. Murat Hoca da hiç aksatmadan okuyup, altına kırmızı kalemlerle notlar düşüp geri veriyordu bana. Bir sınav günü Hoca, sınav kâğıtlarımızı dağıttı her birimize, ardından tekrar benim masama gelip birkaç kâğıt daha bıraktı önüme. Üzerinde benim yazılarım olan kâğıtlar; altında da Murat Hocanın beni yazmak konusunda hep cesaretlendiren kırmızı notları… Her bir yazımın altına düştüğü ayrı ayrı notlarda şöyle diyordu: “Kızım, iyi bir yazar olacaksın sen, lütfen yaz, hep yaz. Hikâyeler yaz. Yazdıklarını bana getir. Yarışmalara katıl. Kaleminde reçelli kek lezzeti var”, “Elif, söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum sana. Ben sana ne diyeyim şimdi? Uzun zamandır böyle lezzetli, böyle iyi ifade edilmiş, böyle iyi resmedilmiş bir yazı okumamıştım. Bu ne güzel bir anlatımdır, ne güzel bir yazı”, “Biriktir tüm yazdıklarını. Bir gün çok işine yarayacak senin ve okurlarının”. “Hep yaz” demişti ya Murat Hoca, ben de hep yazdım, yazmaya hep devam ettim, yazdıklarımı biriktirdim ve hâlâ yazmaya devam ediyorum. Elimden başka bir şey de gelmiyor zaten.
Bir de benim ben olmamda çok büyük katkısı olan sevgili Hakan Savaş Hocamdan bahsetmem gerekiyor. “Metin Çözümleme” ve “Metin Yazımı” derslerini alıyordum Hakan Hocadan. Derslerini iple çekiyordum. Adeta çölde yolunu kaybetmiş birinin vahaya ulaşması gibiydi benim için bu dersler. Edebiyat, şiir, sinema, sanat, hayat, insan vardı bu derslerde. Derslerden birinde Nermi Uygur’dan bahsediyordu Hakan Hoca: “Edebiyat, insanı kendisine öğretir” diyordu Uygur. Bir başka derste Baudelaire’in dizeleri yankılanıyordu sınıfta: “İnsan, kimse inemedi senin uçurumuna”… Sonra “Hayat, yaşantı aramak değil, kendini aramaktır” diyordu........
© Daktilo1984
